
Demokratik bir toplum örneği olarak Türkmenler
- 09:06 10 Haziran 2025
- Güncel
Melike Aydın
İZMİR - Tarih boyunca merkezi otoriteye başkaldıran Türkmenlerin bugün milliyetçi-muhafazakar kesimlerce devletçi bir çizgide yansıtıldığını ancak gerçekte barışçıl, eşitlikçi ve anacıl bir toplum yapısına sahip olduklarını söyleyen Akademisyen Çiğdem Boz, demokratik toplum perspektifiyle bağlantı kurarak, “Sırrı Süreyya Önder’in hayalini kurduğu toplumu yaratmak için Türkmenler üzerine çalışılabilir; onların tarihinden feyz alabiliriz” dedi.
11’inci yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti önderliğinde İran’dan Anadolu’ya gelen Türkmenler, burada çeşitli beylikler kurarak Anadolu Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devletlerin oluşumuna katkı sundu. Konar-göçer yaşam tarzına sahip, anacıl, barışçıl ve eşitlikçi bir toplum olan Türkmenler, bugün milliyetçi söylemlerle devletçi bir çizgide temsil edilseler de tarih boyunca merkezi otoriteye karşı isyan etmiş bir topluluktur.
Alevilik üzerine çalışan akademisyen ve aynı zamanda bir Türkmen olan Çiğdem Boz, Türkmenlere dair yürütülen çalışmaların milliyetçi ve muhafazakar kesimlerin tekeline bırakıldığını belirterek, bu akademik tekeli kırmak için daha fazla akademisyenin cesaretle alana yönelmesi gerektiğini vurguladı. Çiğdem Boz, Türkmenlerin geçmişinin demokratik toplum perspektifiyle yeniden ele alınmasının önemli olduğunu ifade ederek, bu konuda değerlendirmelerde bulundu.
‘Yarı konar-göçer kültür’
Oğuzların bir kolu olan Türklerin, İslamiyet’i kabul ettikten sonra “Türkmen” adıyla anıldığını belirten Çiğdem Boz, Osmanlı döneminin sonuna kadar Türkmenlerin yazın yaylakta, kışın ise kışlakta yaşam süren yarı konar-göçer bir kültüre sahip olduğunu, Alevi-Bektaşi inanç sisteminin de bu konar-göçer Türkmen toplulukları içinde hem kültürel hem de inançsal bir kimlik olarak varlığını sürdürdüğünü ifade etti. Osmanlı arşiv belgelerinde, yerleşim biçimlerine göre köylülere “Türk”, göçer ya da konar-göçerlere ise “Türkmen” ya da “Yörük” denildiğini kaydeden Çiğdem Boz, “Faruk Sümer’in tanımına göre Kızılırmak’ın doğu ve güneyinde yaşayanlara Türkmen, batı ve kuzeybatısında (Marmara ve Ege’de) yaşayanlara ise Yörük denebilir” şeklinde konuştu.
‘Etnisiteden önce yaşam tarzına ve üretim ilişkilerine bakılmalı’
İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserinde, göçebe topluluklar olan Bedevilerin devletin ilk haline en uygun yapılar olarak tanımlandığını hatırlatan Çiğdem Boz, Türkmenler için de benzer bir çerçeve çizdi. Türkmenlerde, İbn Haldun’un “kolektif ideoloji” olarak tanımladığı bir dayanışma ve gaza ruhunun var olduğunu söyleyen Çiğdem Boz, “Hepsinden önemlisi doğanın içinde sürekli hareket ettikleri için doğayı, özellikle atları tanıma var ve bu onlara askeri bir çeviklik getiriyor. Bu yüzden devlet kurarlar. Hadarileştikçe (yerleşik hayat), göçerlikten bir devleti kurup yerleşik hayata geçtikçe sınıflara ayrılırlar, zamanla bürokratik ayrılıklar çıkar, yozlaşma olur ve devlet çöker. Bu ibn-i Haldun’un döngüsel toplum teorisidir. Bunun da dört kuşakta tamamlandığını söyler. Dolayısıyla Türkmenler dediğimizde görmemiz gereken şey etnisiteden önce yaşam tarzı, buna bağlı olarak da üretim tarzı, üretim ilişkileri, tüketim ve bölüşüm ilişkileri dolayısıyla geçim biçimleridir. Coğrafi olarak da Türkmenistan, İran, Irak, Afganistan, Suriye ve Türkiye’ de yaşadıklarını söyleyebiliriz” şeklinde anlattı.
‘Horasan’dan gelmek, ırka değil eşitlikçiliğe referans olmalı’
Türkmenlerin Orta Asya’dan İran üzerinden Anadolu’ya göç ettiklerini belirten Çiğdem Boz, Oğuz Türklerinin bir kolu olan Anadolu Türkmenlerinin 11’inci yüzyılın sonlarında bölgeye yerleştiğini, 12. ve 13. yüzyıllarda Moğol İstilasıyla birlikte bu göçlerin kitlesel bir hal aldığını ifade ederek, “Bugün 10 Alevi’den 9’u Horasan’dan geldiğini söyler. Ancak bu söylem çoğu zaman etnik bir üstünlüğü ifade eden bir dile dönüşüyor. Horasan’a yapılan vurgu coğrafi olmaktan çok inançsal ve kültürel bir referanstır. Ahmet Yaşar Ocak’ın tanımına göre Horasan, Melametî Sufiliğin ve buradan türeyen Kalenderîliğin merkezidir. Bu yönüyle Horasan, İslam içindeki heterodoks yani egemen-dışı akımların simgesidir. Horasan’ı yalnızca bir göç menşei ya da kimlik üstünlüğü aracı olarak değil; devletleşen, iktidarlaşan İslam’a karşı duran eşitlikçi bir inanç ve yaşam biçimi olarak anlamalıyız. ‘Horasan’dan geldik’ demek ‘biz has Türk’üz’ demek değil, ‘biz eşitlikçi bir gelenekten geliyoruz’ demek olmalıdır” dedi.
‘Moğol İstilası ve Emevi baskısı göçün nedenlerindendi’
Türkmenlerin Anadolu’ya yönelen göç güzergahının, Horasan üzerinden İran çöllerine sapmamak için tercih edildiğini belirten Çiğdem Boz, buna rağmen Horasan’ın Türkmenler arasında hala “kök yer” ve “gelinen yer” olarak anıldığını söyledi. Göçün sadece Moğol İstilasının etkisiyle gerçekleşmediğini vurgulayan Çiğdem Boz, “Bazı tarihçilere göre bu göçlerde Emevi zulmünün de etkisi var. Çünkü bu insanlar, Ali’ye ve onun evlatlarına olan bağlılıklarını açıkça dile getiriyorlardı. Bu sebeple baskı ve zulme maruz kaldıkları birçok kaynakta yer alıyor” ifadelerini kullandı.
‘Devlet merkezileştikçe Türkmenler dışlandı’
Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasıyla başlayan beylikler döneminde batıya yönelen Türkmenlerin Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer aldığını söyleyen Çiğdem Boz, devleti kuran asli unsurlardan biri olmalarına rağmen Türkmenlerin zamanla dışlandığını ifade etti. Ortadoğu ve Anadolu’da kurulan Türk devletlerinin kuruluş aşamasında askeri aristokrasi sınıfında yer alan Türkmenlerin, devletin büyüyüp merkezileşmesiyle birlikte marjinalleştirildiğine dikkat çeken Çiğdem Boz, merkeziyetçiliğin devlet yapılanmasında ciddi bir dönüşüm yarattığını belirterek, “Devlet büyüdükçe daha sıkı bir vergi sistemi kurmak, nüfusu ve gelir kaynaklarını netleştirmek gerekiyor. Bu, aynı zamanda otoritenin kalıcılığı için hukuksal düzenlemeyi zorunlu kılıyor. Bu hukuk sistemi de çoğu zaman dinsel nitelikli, yani şeriat oluyor. Devleti kuran unsurlar gayri-müteşerri (şeriat dışı) olsa da devletin merkezileşmesiyle birlikte İslam hukuku ön plana çıkıyor. Türkmenler ise bu yapının dışında bırakılıyor” dedi. Yerleşik düzene geçmek istemeyen göçebe toplulukların merkezi otoriteler tarafından baskılanmaya başladığını belirten Çiğdem Boz, “Tebaasının konar-göçer olması, merkezi devletin hoşlanmadığı bir durum. Vergi toplayabilmek, asker devşirebilmek için yerleşik hayat teşvik ediliyor. Bu da zamanla göçer toplulukların inançları ve yaşam tarzları nedeniyle sistem dışına itilmesine yol açıyor. Osmanlı’da bu süreci adım adım izlemek mümkün” şeklinde konuştu.
‘13-14’üncü yüzyılda Türkmenler Osmanlı’nın askeri gücüydü’
Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde Türkmenlerle güçlü bir bağ kurduğunu belirten Çiğdem Boz, bu dönemde Yörükler, Tahtacılar, Varsaklar gibi grupların devlet tarafından belirli bölgelere yerleştirildiğini, Osmanlı devletinin kuruluş aşaması denilen 13. ve 14. yüzyıllarda Osmanlı’nın kurucu unsurlara bağlı kaldığını söyleyerek, “Bu dönemde Türkmenler, yalnızca askeri güç ve nüfus kaynağı değil, aynı zamanda ideolojik meşruiyetin de temel unsuruydu. Ahilik, şeyhlik, gazilik, alperenlik gibi kurumları da doğrudan Türkmen kültüründen alıyorlar. Yaşam tarzlarına saygı duyuluyor, önemli görülüyorlardı” dedi.
‘15-16. yüzyılda Türkmenler potansiyel isyancı olarak görüldü’
Osmanlı’nın merkezileşip imparatorluklaşma yönünde ilerlediği ve tarih yazımında genellikle “Yükselme Devri” olarak anılan 15-16. yüzyıllarda, göçebe Türkmen toplulukları bir tehdit unsuru olarak görülmeye başlandı. Çiğdem Boz, bu dönemde Osmanlı’nın iskan politikalarını devreye soktuğunu ve daha önce kurulan dostane ilişkilerin yerini baskıya bıraktığını söyleyerek, “Devlet artık Türkmenleri sadece vergi zorluğu nedeniyle değil, 16. yüzyılda ortaya çıkan Safevi etkisi nedeniyle de potansiyel isyancılar olarak görmeye başladı. Bu dönemde ahi, alp, gazi, şeyh gibi saygın sıfatlarla anılan Türkmenlere yönelik olarak ‘Kızılbaş’ nitelemesi pejoratif (Kötüleyici) ve damgalayıcı bir kimliğe dönüştürüldü. Baskı, sürgün ve katliam politikaları hız kazandı; Alevi köyleri yerinden edildi ya da cezalandırıldı” ifadelerini kullandı.
‘19. yüzyıldan itibaren Alevi-Bektaşiler folklorik unsur olarak görüldü’
Osmanlı’nın “Gerileme Dönemi” olarak tanımlanan 16. ve 17. yüzyıllarda Safevi tehdidi ortadan kalkmış olsa da bu kez nüfus artışı, ekonomik daralma ve gıda kıtlığı gibi nedenlerle Celali İsyanları başladı. Çiğdem Boz, bu isyanlara genellikle “Kızılbaş İsyanları” denmesinin doğru olmadığını söz konusu isyanlara yalnızca Türkmenler değil, medrese öğrencilerinden diğer kırsal topluluklara kadar pek çok kesimin katıldığını söyleyerek, “Türkmenler bu isyanların bir kısmında yer aldı, hatta Bozoklu Celal gibi isimler isyanın öncüsü oldu. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde artık 'Kızılbaş' kavramının yerini yaygın biçimde 'Alevi' ifadesi alıyor. Safevi etkisi kalmamış, Türkmenler büyük ölçüde yerleşik hayata geçirilmiş, marjinalleştirilmişti. Özellikle II. Abdülhamid döneminde Osmanlı yönetimi Türkmenleri doğrudan yok saymaktan ziyade onları folklorik bir unsur olarak değerlendirmeye başladı. Bu anlayış erken Cumhuriyet dönemine de taşındı. Alevi-Bektaşi kimliği bir inançtan çok kültürel figür haline getirildi. Türkmenlerin son büyük isyanı 1865’teki Kozanoğlu İsyanı’dır. Bu isyandan sonra tamamen yerleşik hayata geçtiler. Böylece bir modern devlet için gerekli olan vatandaş tipi inşa edilmeye başlandı,” diye belirtti.
‘Türkmenler karar mekanizmalarından dışlanmaya isyan etti’
Çiğdem Boz, Türkmenlerin tarih boyunca merkezi otoriteyle yaşadığı gerilimlerin temelinde yalnızca ekonomik baskılar değil, siyasi dışlanmanın da yattığını belirtti. 1153’teki Büyük Oğuz İsyanı ile Büyük Selçuklu’ya, yaklaşık bir yüzyıl sonra gerçekleşen Babai İsyanı ile Anadolu Selçuklu Devleti’ne başkaldıran Türkmenlerin, 1402’deki Ankara Savaşı’nda Timur’un ordusunda yer almasının da bu isyan silsilesi kapsamında değerlendirilebileceğini ifade etti. Çiğdem Boz, bu isyanları “bedevi-hadari çatışması” olarak nitelendirerek, “Vergi yükünün artması önemliydi ama en büyük sorun siyasi ve ekonomik dışlanmaydı. Devletin kuruluşunda yer alan, askeri aristokrasi içinde bulunan Türkmenler, merkezileşme ile birlikte karar mekanizmalarından dışlandı. Bu dışlanma isyanların temel nedenidir,” dedi. Ayrıca devlet yapısı büyüdükçe askeri güce değil, okuryazar bürokratlara ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Çiğdem Boz, “Bu ihtiyaç da genellikle Tacikler üzerinden karşılandı. Türkmenlerin sistemden itildiği bu dönüşüm, isyanların toplumsal temelini oluşturdu,” değerlendirmesinde bulundu.
‘Bazı Türkmen gruplarına yağma izni verildi’
Türkmenlerin hayvansal ürünler, deri, halı ve kilim gibi üretimlere dayalı bir ekonomik yaşam sürdüklerini belirten akademisyen Çiğdem Boz, iç tüketim fazlasının yerleşik toplumlarla takas ve ticaret yoluyla değerlendirildiğini söyledi. Göçebe yaşam biçiminin doğası gereği zaman zaman yağmalama pratiklerinin de görülebildiğini vurgulayan Çiğdem Boz, “Bazı devletler, belirli Türkmen gruplarına belirli bölgeleri yağmalamaları için doğrudan izin vermiştir” dedi. Türkmen toplumlarının temel ihtiyaç kadar üretim yaptığına dikkat çeken Çiğdem Boz, bu yapının kolektif ve dayanışmacı özellikler taşıdığını belirterek, “Artı ürün birikimi gelişmemişti. Friedrich Engels bu tür toplulukları ‘ilkel komünal toplumlar’ olarak tanımlar. Engels’e göre artı ürün ortaya çıktığında devletleşme, sınıf farklılaşması, özel mülkiyet ve çekirdek aile yapısı gelişmeye başlar,” ifadelerini kullandı.
‘Kandaş demokratik topluluklar olarak örgütlendiler’
Devletleşme, bürokrasi ve sınıf farklılıklarının bulunmadığı, yazının henüz gelişmediği ancak sözlü geleneğin sürdüğü bu erken dönem toplulukların, iktisadi antropolojide “kandaş demokratik topluluklar” olarak tanımlandığını belirten akademisyen Çiğdem Boz, bu yapıların devlet öncesi sınıfsız toplumsal örgütlenmeye örnek oluşturduğunu söyledi. Topluluk üyelerinin ortak bir atadan geldiklerine inandıklarını ifade eden Çiğdem Boz, bu yapıların doğrudan demokrasiye benzeyen, katılımcı ve kolektif karar alma sistemlerine sahip olduğunu aktardı. “Bir bey olabilir ama bu bey her şeye karar veren otoriter bir figür değildir. Karar alma süreci genellikle ‘toy’ denilen meclislerle yürütülür. Bu meclislerde, topluluğun ileri gelenleri, yaşlılar ya da şuralar etkili olur,” dedi. Akrabalık bağı ya da “töz” olarak adlandırılan soydan gelen ilişkiler temelinde örgütlenen bu yapılar, eşitlikçi bir niteliğe sahipti. Çiğdem Boz, “Toprak, mera ve su gibi kaynaklar ortak mülkiyet anlayışıyla kullanılırdı. Ana geçim kaynakları ise avcılık ve toplayıcılıktı,” diye konuştu.
‘Anacıl toplumun erkek egemen devlete karşı özerklik direnişi’
Çiğdem Boz, Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserine atıfla, Marks’ın “ilkel komünal” olarak tanımladığı toplumlara Engels’in “anaerkil” terimini kullandığını ancak bu tanımda “erk” yani iktidar ilişkisi bulunmadığını vurguladı. Bu nedenle Ümit Hassan’a atıfla “anacıl” ya da “anahan” toplumlar demenin daha doğru olduğunu belirten Çiğdem Boz, “Ataerkilliğin ters simetrisi gibi anlaşılmamalı. Soy anneden yürür ve kadın toplumsal yaşamda merkezi bir role sahiptir” dedi. Türkmenlerin tarihsel olarak bu anacıl ve eşitlikçi örgütlenme tarzına sahip olduğunu vurgulayan Çiğdem Boz, bu yapının merkeziyetçi devlet yapısıyla doğal bir çelişki içerisinde olduğunu ifade etti. “Devlet, iktidar, yazı ve erkek egemen dünya; doğaya, kadına ve topluma yönelik bir tahakküm düzeni kurar. Türkmen yaşam biçimi ise bu hiyerarşik yapıyla çelişir,” dedi. Çiğdem Boz, kandaş dayanışma biçimlerinin, özellikle vergi ve nüfus sayımı gibi devlet kontrolüne karşı bir özerklik direnişi olarak geliştiğini belirtti. Göçebe yaşam tarzında ısrarın bir direniş biçimi olduğunu söyleyen Çiğdem Boz, “Çukurova’daki Kozanoğlu isyanı, silahlı direnişlerin örneklerinden biridir. Bu isyanlar eşkıyalık ya da batıdaki adıyla zeybeklik şeklinde görünür. Bu sadece bir ekonomik başkaldırı değil; aynı zamanda kültürel kimlikte ısrarın bir ifadesidir,” değerlendirmesinde bulundu.
‘Merkeze yakınlaştıkça ve Sünnileştikçe devletleştiler’
Akademisyen Çiğdem Boz, Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren uyguladığı kırım ve Sünnileştirme politikaları sonucunda birçok Türkmenin inanç sistemini değiştirdiğini, özellikle erkek bireylerin ordu aracılığıyla eğitime alınarak Sünni doktrine göre şekillendirildiğini ifade eden Çiğdem Boz, bu durumun zamanla Türkmenlerin zihniyet olarak devlete yakınlaşmasına zemin hazırladığını belirtti. Kızılbaş Aleviler ile Batı Anadolu’daki Tahtacı Aleviler arasında bu açıdan farklar bulunduğunu vurgulayan Çiğdem Boz, “Tahtacı Alevilerde cem ritüellerinin orduya ve devlete dua edilerek başlatıldığını biliyoruz. Bu da inançsal eğilimin devlete yakınlık taşıdığını gösteriyor. Türkmen Aleviler ve Türkmen Sünniler arasında da devletle kurulan ilişki açısından ayrımlar bulunuyor. İnsanlar inançlarını ve kimliklerini yakın hissettikleri kurumlara daha sıcak yaklaşabilir. Bu nedenle Sünni Türkmenlerle Alevi-Bektaşi Türkmenler arasında devlete duyulan sempati bakımından farklılık olduğunu söyleyebiliriz” cümlelerini kullandı.
‘Türkmen derneklerinde devletçi erkek ton hakim’
Türkmenlik ve Yörüklük adıyla faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının demokratik değil ırkçı bir yerde durduğunu ve devletçi bir tavır sergilediğini kaydeden Çiğdem Boz, oysa Türkmenleri öne çıkaranın kandaşlıktan öte örgütlenme şekilleri olduğunu ifade etti. Çiğdem Boz “Bugünün neoliberal piyasa toplumunda otoriter kapitalist ortamda öne çıkarılması gereken onların geçmişteki siyasi ve ekonomik örgütlenme tarzları. Onun yerine devlete ne kadar vatansever olduklarını ispat etme çabaları var. Çok erkek ton hakim. Oysa bu topluluklar anahan topluluklar. Kadınların ancak ve ancak halı kilim dokur imgelerle gösterilmesi de üzücü. Başka ortaya çıkarılması gereken bir şey de bu sınıfsız kandaş demokratik topluluk şeklindeki siyasi ve ekonomik örgütlerinin olmasının yanında toplumsal cinsiyet anlamında ne kadar demokratik olduklarının hatırlatılması gerektiğini düşünüyorum” diye belirtti.
‘Türkmenler yerleşiklerle barışçıl ilişkiler kurdu’
Savaş kavramını aslında devletlerin toplumlara karşı geliştirdiğinin altını çizen Çiğdem Boz Türkmenlerin yerleşiklerle takasa dayalı ticari ilişkiler dolayısıyla barışçıl ilişkiler geliştirdiklerini belirtti. Göçer ve yerleşiklerin ilişkilerini anlamada Yaşar Kemal eserlerinin önemli olduğunu ifade eden Çiğdem Boz, “Bu Türkmen Beylerinin en azından kendi derdini anlatabilecek kadar Süryanice, Kürtçe, Arapça Farsça bildiğini, kutlama veya taziye yapabildiğini gösterir. Bu bize bugün olmayan bir şeyi gösterir; örneğin bu ülkenin asli unsuru Ermeniler ve Ermenice merhaba demeyi bilmeyiz. Bu da onların barışçıl olduğunu gösteren bir şeydir. Kürt beylerinin Türk Beyleri ile kurduğu bir onların birbirlerini ağırlama şekli var. Değer veriyorlar. Etnik ayrımlara bakmaksızın bir şey var. Sorun aslında devletler arasında, topluluklar arasında değil. Irkçı anlamında değil, soydan gelen bağlar güçlü. Kürt aşiretlerle Türk aşiretlerin Türkmenlerin nasıl yakın olduğunu, dayanışmaya sahip olduğunu görebiliyoruz” şeklinde dile getirdi.
‘Akademik monopole karşı çıkma cesareti gösterilmeli’
Tarih, ulus, din gibi kavramların milliyetçi ve muhafazakar kesimlerin tekelinde, solcuların odağı dışında kaldığını söyleyen Çiğdem Boz akademik monopola karşı durulması gerektiğini kaydetti. Bu konuda cesaret gösterilmesi gerektiğini ifade eden Çiğdem Boz “Onların tarih boyu sergilediği demokratik topluluk olabilme tahakkümsüz, sömürüsüz bir yaşam düzeyinden, bu felsefeden dolayı Alevilik çalışıyorum. Aleviliği geçmişe gitmek için değil, gelecekte kapitalizm sonrası kurulacak post kapitalist dünyada eşit ve özgür bir dünyayı nasıl kuracağız diye kafa yorarken acaba geçmişten yardım alabilir miyiz diye çalışıyorum. Bunun benzeri Türkmenler için de yapılabilir. Daha özgür ve eşitlikçi toplum kurabilmek için bu piyasa baskısına bu kadar yoksulluktan kurtulmak her tür hiyerarşi kaldırabileceğimiz bir toplum kurmak adına Sırrı Süreyya Önder’in düşünüp kurduğu toplumu yaratmak adına Türkmenler çalışılabilir, onların geçmişinden feyiz alabiliriz” dedi.