
Komplonun 21’inci yılı: Çizgimizde ısrar ettiğimiz için hedef haline getirildik
- 09:01 15 Şubat 2020
- Güncel
ANKARA - 9 Ekim-15 Şubat komplosunun, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzak olduğunu söyleyen PKK Lideri Abdullah Öcalan, komploya ilişkin şu değerlendirmeyi yapıyordu: “20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihsel Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir.”
Uluslararası komplo ile 9 Ekim 1998’de Ortadoğu’dan çıkmak zorunda bırakılan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nden kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesinin üzerinden 21 yıl geçti. O günden bugüne uluslararası alanda geliştirilen komplonun izleri devam ederken, tecrit ve savaş politikasına dair de uluslararası güçlerin etkisi hâlâ kendini gösteriyor.
O günden bu yana Ortadoğu’da dengeler sürekli değişkenlik gösterirken Abdullah Öcalan’ın belirlemeleri ve gelinen süreçte tüm bu gerçekliğin bir kez daha açığa çıkması ile birlikte komplonun derinliği ve kapsamı birçok sorunun yanıtını da barındırıyor.
‘Çizgimizde ısrar ettiğimiz için hedef haline getirildik’
Abdullah Öcalan’ın, Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından geçen dört yılda 2003’te yargılandığı Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında (Atina Karma Yeminli Mahkemesi Yargıç ve Jüri Üyelerine ve Atina Savunması) neden komploya maruz kaldığını şöyle anlatmıştı:
“Ortadoğu’nun yeraltı-yerüstü zenginliklerine, petrollerine, toplumlarına ve yönetimlerine tam hâkim olma politikasını yürüten kapitalist dünya-sisteminin hegemon gücü İngiltere ve ABD, geçmişten günümüze bu politikalarıyla işbirliğine girmeyen devlet, toplum, örgüt ve hatta bireyleri imha veya tasfiye etmeyi bir yöntem olarak uyguladı, uyguluyor. Biz başından beri Ortadoğu’da, halklar lehine bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgimizde ısrar ettiğimiz için bu tasfiye politikalarının, komplonun hedefi haline getirildik. Daha Şam’dayken İngiltere ve ABD, elçiler göndererek kendilerinin Ortadoğu politikalarına uyum sağlamamızı, aksi halde tasfiye edileceğimizi söylemişlerdi. Onların işbirliği tekliflerini reddettim. Halklar lehine özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgiden vazgeçmeyeceğimizi söyledim. Ardından Talabani gelerek bana, ‘Öcalan ne yaptın, başını belaya soktun!’ diyerek kararımı gözden geçirmemi istedi ve bu güçlerle işbirliğine girmeye ikna etmeye çalıştı. Ama bu teklifi de reddettim. ‘Ben ilke adamıyım, halklar lehine çizgi sahibiyim, halkların binlerce yıllık özgürlük eşitlik ütopyasını temsil eden bir özgürlük savaşçısıyım, başkalarının savaşçısı olmam’ dediğim için komployla tasfiyeme karar verdiler. Tasfiyemle birlikte PKK’nin de başsız kalıp dağılacağı hesaplanıyordu…”
‘Suriye’den çıkışım NATO-Gladio operasyonu ile bağlantılıdır’
Abdullah Öcalan, “Kürt sorunu ve demokratik ulus çözümü: Kültürel soykırım kıskancındaki Kürtleri savunmak” kitabında ise Suriye’den çıkışının NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılı olduğunu belirterek, Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan bu operasyonunun doğru yorumlanamayacağını vurguluyordu.
Peki bu süreç nasıl gelişti? Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirilene kadar içinde Yunanistan, İtalya, Rusya, İsrail, İngiltere ve ABD’nin olduğu ülkelerin yaklaşımı nasıl gelişti ve İmralı’ya kadar getirilme sürecinde komplo uluslararası dinamik ile bugüne nasıl geldi?
Abdullah Öcalan’ın devre dışı bırakılmasının teminatı alınmıştı
Bu süreç 17 Eylül 1998 tarihinde Washington antlaşması ile başlıyordu. Bu anlaşmanın Abdullah Öcalan öncülüğünde gelişen Kürt özgürlük mücadelesine ve atılan diyalog adımına bir cevap olması, Ortadoğu’nun bekçiliğine soyunan güçlerin bir karşı koyuşunu beraberinde getiriyordu. ABD öncülüğünde gelişen, İsrail’in askeri-istihbari anlamda stratejik desteğini alan KDP-YNK güçlerine ve Türkiye’ye kabul ettirilen bu antlaşma, Lozan antlaşmasından sonra Kürt stratejisini değerlendiren ve değiştirmeye yönelen ilk antlaşma özelliğini taşıyor. Bu ittifak ile Kürt otonomi kararı alınmış, bu karar Türkiye’ye kabul ettirilmiş, bununla birlikte Türkiye verdiği bu tavize karşılık PKK’nin tasfiye edilmesi ve Abdullah Öcalan’ın devre dışı bırakılması teminatını alınmıştı.
ABD- İsrail-Türkiye ittifakı
Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 17 Eylül tarihinde Suriye’ye yönelik ültimatom tarzdaki konuşmaları bu antlaşmanın bir anlamda ilanı oluyor. ABD-İsrail-Türkiye ittifakı ardından bu güçler tarafından koordineli olarak Suriye’ye yönelik kriz tırmandırılır. Türkiye’nin Ortadoğulu Müslüman ülkelerle bağlarını zayıflatmasının başlangıcı, İsrail ile yaptığı işbirliği antlaşmasıyla 1996’da başlıyor. Bu ittifak ile PKK ve Abdullah Öcalan üzerinde istihbarat güçlendiriliyor ve İsrail’in kontrolüyle Abdullah Öcalan’ın takibi geliştirilerek Türkiye’ye kolaylık sağlanıyordu.
ABD’nin diplomatik faaliyetleri
Bu stratejik yaklaşımın bir devamı da Suriye ile ilişkilerin giderek bir kriz halini alması ile başlıyor. Suriye su kaynaklarıyla tehdit ediliyor. Abdullah Öcalan’ın ülke dışı edilmesi şartıyla su sorununun çözüleceği belirtiliyor. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için Türkiye’nin girişimleri NATO’nun organizesi altında devam ederken, ABD’de bu konuda diplomatik faaliyet başlatıyor. Askeri, siyasal nitelikli uluslararası bir örgütlenme olan NATO’nun yeni stratejisi (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), krizlerin çözümünde önce diplomatik yolların kullanılmasını, işbirliği ve diyalogların geliştirilmesini savunarak siyasal niteliğini geliştirmeyi amaçlıyor. Krizlerin siyasal yollarla çözümlenememesi durumunda askeri önlemler alınabilecek, nükleer silahlar ise ancak son yanıt olarak kullanılabilecek. Kapsamlı güvenlik kavramının bir diğer stratejisi ise Bunalım Yönetimi olarak saptanıyor. Burada amaç bunalımın çıkmadan önce önlenmesi. NATO Türkiye’nin üyeliğinden kaynaklı 1980’den beri PKK’ye karşı tasfiye, provokasyon ve imha çalışmaları yürütüyordu. NATO ülkelerinin ortak kararı olan komplo, hukuk dışı ve illegal bir şekilde gerçekleştiğinden, NATO’nun özel kuvvet karargâhı olan Gladio ile yürütüldüğü ve bu mekanizmanın İtalya sürecinin son dönemlerinde aktif olarak harekete geçirildiği belirtiliyor.
9 Ekim’de Suriye’den çıkarıldı
Mısır ve Suudi Arabistan aracılığıyla Türkiye ile ilişki ve çelişkilerin kullanılması yoluyla Suriye’ye baskı uygulanıyor. Özellikle Mısır’ın buradaki Batı işbirlikçisi konumu ve ağır tehdit oluşturması, Arap milliyetçiliğini de bir faktör olarak kullanması sonucu Suriye, Abdullah Öcalan’dan ülkeden çıkmasını istemiş ve bu politik baskı sonucu Abdullah Öcalan 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkmaya zorlanmıştır.
Yunanistan verdiği sözü yerine getirmez
Abdullah Öcalan, Yunanistan’ın daveti ve şeref sözü üzerine Yunanistan’a gidiyor. Yunan halkının Abdullah Öcalan’a karşı sempatisi, sevgisi ve oradan yürütülen birçok diplomatik çalışma, özgürlük hareketinin ilişkilerinin Yunan devletiyle olumlu olduğu havasını veriyor. O dönemlere kadar Yunanistan, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin baskısından kaçıp kendisine sığınan Kürtleri koruyor, yasal olmasa da ülke sınırlarında ya da mülteci kampında kalmasına izin veriyordu. Yunanistan’da iktidardaki partinin daveti dışında Yunanistan’da devletin üst düzeyinde görev yapmış kişilerin teyit ve davetleri sonucu Abdullah Öcalan 9 Ekim 1998 günü Yunanistan’a gider. Yunanistan’a ilk ulaştığında onu davet eden, şeref sözü veren ve ısrarla konuk edeceklerini söyleyen şahısların hiçbiri görünmezler. Bu durum, yapılan ve gereği yerine getirilmeyen davetlerin Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’dan çıkarılması için farklı güçlerin dayatmalarıyla yapılmış olma ihtimalini de gündeme getirir. Burada Yunanistan’ın bizzat planlayan olmaktan ziyade aracı olması gerçeği de göz önündedir. Bir Avrupa Birliği ülkesi olan ve ABD ile güçlü ilişkiler geliştiren Yunanistan’ın ilerleyen zamanlarda Kıbrıs ve Ege tavizlerini alma planlarıyla girdiği bu durum kendi çıkarları için dostluğu kullanma, kandırmaya dönüştürme şeklinde gelişiyor.
‘Rusya sosyalizme ihanet eden bir gerçekliğe dönüşüyor’
Yunanistan’dan sonra Abdullah Öcalan’ın yöneldiği ülke Rusya oluyor. Burada Abdullah Öcalan’a karşı sergilenen yaklaşım sosyalizmin hiçbir etkisinin kalmadığını, onun yerine sosyalist değerleri yozlaştıran, halkın devrimci emeğini kapitalist emperyalist sisteme sunan, pazarlayan ve kendi kökenine ihanet eden bir sistem gerçekliği haline geldiğini gösteriyor.
‘Reel sosyalizmin derin sapmasını gösteriyor’
Abdullah Öcalan Rusya hakkında “Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarında özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF, ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Hâlbuki DUMA bana 298’e karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fakat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle işbirliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi” belirlemesini yapıyor. Abdullah Öcalan, Rusya’nın yaklaşımını ele alırken daha önceden reel sosyalizm için geliştirdiği değerlendirmeleri derinleştirir ve onun daha da aşındırıldığını görür. Buna ilişkin ise devamında şöyle der:
“Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor. Bilimsel sosyalizm bir olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatörlüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu.”
Rusya’ya kredi
Rusya, Abdullah Öcalan’ın durumunu mevcut ekonomik krizden kurtulmanın bir aracı olarak ele alarak pazarlık konusu ediniyor. Ve pazarlığın gerekliliğini gerçekleştirerek Abdullah Öcalan’ı sınır dışı ediyor. Bu durum karşılığında Uluslararası Para Fonu (IMF) Rusya’ya 8 milyar dolarlık kredi veriyor. Ayrıca Rusya, Türkiye’ye enerji projelerini kabul ettirip imzalatırdı. Türkiye’nin Çeçen direnişçilere desteğini kesmesi şartını da dayatarak Türkiye’den aldığı bu tavizler karşılığında Abdullah Öcalan’ı geri çeviriyor.
‘Putları yıkarak yaklaşmak gerçeklere ulaşmakta vazgeçilmezdir’
Abdullah Öcalan, Rusya’nın mevcut durumu üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor: “Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandırması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiplerinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Moskova’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlandıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği kadar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşmanın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça ortaya koyuyordu.”
Rusya parlamentosu DUMA’nın oybirliğiyle karar çıkarıp Abdullah Öcalan’ı davet etmesine rağmen Rusya hükümetinin olumsuz tavrı üzerine Abdullah Öcalan 12 Kasım 1998 tarihinde Roma’ya gider.
En uzun süre Roma’da kalıyor
Abdullah Öcalan’ın bu süreçte en uzun süre kaldığı yer Roma’dır. Burada 65 gün kaldıktan sonra İtalya’da diplomasi ve istihbarat çevrelerine yakın olarak bilinen bir şahıs, parlamentoda orduyu temsil eden Başbakan yardımcısının yönetim inisiyatifini denetime alması ardından, Abdullah Öcalan’ın İtalya sınırlarından çıkarılmaya zorlandığının bilgisini verir. Verilen bilgiler bu müdahaleden sonra İtalya Başbakanının devre dışı bırakıldığını ve 65 gün süren tartışmalı müsamahalı yaklaşımın değişerek, zorlamaya dönüşüyor. Bu süreçte Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya gitmesiyle Kürtler dünyanın her yerinden Roma’ya akın edip Abdullah Öcalan etrafında kenetleniyor.
‘Rusya’dan Tacikistan’a kadar yaşam güvencemi elimden almışlardı’
Abdullah Öcalan İtalya’nın kendilerini kafeste gibi karşıladığını belirterek, İtalya’nın tutumuna dair ise şunları söylüyor: “Önce bir sıkıştırma sonra dostane bir yaklaşım gösterdi ve bunu sürdürdü. Oysa Rusya bizi çiçeklerle karşıladı ama sonra bu yaklaşımını adeta bir altın kafeste bulundurmaya dönüştürdü. Ama diğer taraftan tören öyle bir hazırlanmıştı ki çiçeklerle karşılama havası vardı. Rusya’dan Tacikistan’a kadar götürülerek yaşam güvencesini tamamen elimden almışlardı. Ardından da gelişen bu süreçle birlikte zorunlu olarak Yunanistan’a döndük.”
Suriye’den çıkıştan itibaren 4 ay gibi bir süre geçiyor ve bu süreçte Adullah Öcalan gittiği ve çıkarıldığı ülkelerin, en son Roma’nın yaklaşımlarından çıkarılan sonuç ile dünya sisteminde var olan tahakkümcü anlayışı ve hukuku önceleyen dünya devletlerinin bile söz konusu Kürtler olunca demokrasi ve hukukun işletmediğini söylüyordu.
Kenya’ya götürülür
Abdullah Öcalan 65 gün sonra Roma’dan ayrılıp tekrar Moskova’ya gider. Buradan bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkenti Bişkek’e bir hafta kalmak üzere gider. Buradan devlet bağlantılı bir uçağa yerleştirilen Abdullah Öcalan’ı Romanya’ya götürmek isterler ama Abdullah Öcalan bunu kabul etmeyip direneceğini belirtince uçak Atina’ya gitmek zorunda kalır. Atina’da Abdullah Öcalan’ın Yunanistan sınırlarından çıkması gerektiğini, 15 gün içinde Dışişleri Bakanlığının hazırladığı Güney Afrika pasaportuyla çözüm bulunduğu, bu amaçla bu ara süreç için Kenya’nın başkenti Nairobi’ye gidileceği belirtilir. Burada bir ülke adına Yunanlı yetkililerin yalan söylemesi, dostluğa ihanetin ardından ikinci kez komplonun derin yüzünü ortaya çıkarır.
İngiltere CIA odağı
Yunanistan’ın Kenya büyükelçisi, “İngiliz ve Almanların biraz şerefi olabileceğini ama Yunanlıların pek şerefi ve onurunun olmadığını” ifade eden cümleler dile getirir. Devamında Abdullah Öcalan’a Yunan başbakanından Mısır üzerinden Hollanda’ya gitme güvencesi alındığı söylenerek Yunan yalanları kendini gösterir. Bunların yanında Atina’da Abdullah Öcalan’ın Kenya’daki elçilikten çıkarılması direktifi verilir ve gerekirse kaba kuvvet kullanılacağını ima eden yaklaşımlar ortaya atılır. Kalmakta diretmenin, çatışma süsü verilerek öldürme ihtimali taşıması, başka bir yolun olmadığını gösterirken her şeyin CIA, İngiltere odaklı olduğu gözler önüne serilir.
16 Şubat’ta İmralı adasına götürülür
Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilme yeri için özel olarak seçilen Kenya, Afrika’da CIA ve MOSSAD denetiminde ve aynı zamanda aşiret yapıları olan bir yerdir. İstihbari güçlerin Afrika’daki hareket üssü olması özelliği taşıyan bu yerin, komplo için farklı bir anlamı vardır. Kenya’daki Yunan büyükelçiliğinden ayrılırken Abdullah Öcalan’ın yanındaki refakatçiler bir arabaya, Abdullah Öcalan başka bir arabaya bindirilerek havaalanına doğru hareket edilir ancak yolda her iki arabanın yolları ayrılır. Abdullah Öcalan tek başına havaalanına getirilir. Havaalanında Cavit Çağlar’a ait bir uçak vardır ve Abdullah Öcalan burada Kenyalı yetkililer tarafından Türk özel timlerine teslim edilerek 16 Şubat’ta özel olarak dizayn edilmiş İmralı adasındaki hapishaneye götürülür.
‘Büyük saldırının dizayn edildiği mekan’
Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de uluslararası komplonun bir parçası olarak görürken, orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürt halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyordu. Abdullah Öcalan yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.
‘Tavrımı tahrip etmek istediler’
Abdullah Öcalan’ın ‘AİHM Savunmaları - Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru’ adıyla 2001’de basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeğini anlatırken, bir kez daha tüm gerçekleri gözler önüne seriyordu:
“Savunmamı bir ‘demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı’ olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre ne materyal ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı. İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Buradaki hususları tekrarlamam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla diyaloglarımın ideolojik, siyasal ve moral temelini vermektedir ve tamamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağlığım ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklığa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, ‘derin devlet ve Genelkurmayla anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum’ biçiminde bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış taraftarları bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaşma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim.
Böyle bir durumun olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise 1993’ten beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim 1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elverdikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi, ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım olarak attım. Mevcut durum zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir gücün içeride, büyük bir kısmının da dışarıda bir meşru savunma temelinde üstlendiği, ‘demokratik uzlaşı ve barış için diyalog’ beklentili bir pozisyon biçimindedir.
‘Demokratik ve laik cumhuriyet stratejisi’
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakımdan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde aşılmazsa daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma ‘demokratik ve laik cumhuriyet’ kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmaktadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasal oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örneğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle inkâr edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politikadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk olarak ve evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyetle bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
‘Gerçek bu kadar açık olduğu halde…’
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarlamayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken devletin üst düzeyidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalardaki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir. Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve hain yüzlerini gizlemek için ‘Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömüyor’ iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük önem taşımaktadır.
‘PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar?’
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Güney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından hem de Avrupa’ya sığınmış, her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadadır. Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Peki, savaşmalarını kim engelliyor? PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan kendileri için açıktır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta temsil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahtekâr ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
‘İmralı sürecim savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir’
Benim İmralı sürecim, bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inanç, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanıdım ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir; yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.
‘Komplo planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır’
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümünde işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı olarak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihsel Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü hem de laik ve demokratik cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliğin de yoludur.”