Farklı yaşamlar aynı sözde buluşuyor: Özgürlük (23) 2025-11-23 09:01:07     ‘Toprağa sahip çıkan her kadın öz savunma yapıyor demektir’   Nazlıcan Nujin Yıldız   İZMİR – Ekofeminist Füsun Kayra, kadınların doğa talanına karşı yürüttüğü mücadelenin yalnızca çevresel değil, erkek egemen sisteme karşı varoluşsal bir öz savunma olduğunu söyleyerek, “Toprağa sahip çıkan her kadın, aslında yaşamına sahip çıkıyor” diyor.    25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, kadınlara yönelik şiddet biçimlerinin tüm boyutlarıyla görünür kılınması her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Bu bağlamda, kamuoyunda henüz yeterince tanınmayan ancak kadınların yaşamını doğrudan etkileyen ekolojik şiddet, toplumsal farkındalığın gerisinde kalmaya devam ediyor. Oysa bu şiddet biçimi, kadına yönelik yapısal şiddetin temel nedenlerinden biri olarak derinlemesine irdelenmeyi hak ediyor.   Dosyamızın bu bölümünde, ekofeminist Füsun Kayra, kadınların maruz bırakıldığı ekolojik şiddeti değerlendirerek, kadınların ekoloji mücadelesinin erkeklere kıyasla daha varoluşsal bir boyut taşıdığını ve bu mücadelenin erkek egemen sisteme karşı bir öz savunma biçimi olduğunu vurguluyor.   “Kadınların kaybettiği yaşam alanları, onlar için ekip biçtikleri bir alan, geçim kaynağı, birebir içinde olduğu alan.”   *HES, maden, termik santraller gibi eko-kırım projeleri en çok kimleri etkiliyor? Kimlerin yaşam alanını ve geçim kaynaklarını etkiliyor? Bu ekolojik şiddetin, tarım ve su kaynaklarına en çok bağımlı olan kırsal kesimdeki kadınlar üzerindeki yükü ve ortaya çıkardığı suya, gıdaya erişim zorluğu gibi konularda nasıl bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği yaratılıyor?   Biz neden özellikle ekoloji hareketinde, ekoloji mücadelelerinde kadınlar diye diretiyoruz ve bunu öne çıkartmaya çalışıyoruz? Bu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bağlı bir refleks olarak gelişiyor. Çünkü ekoloji mücadeleleri içerisindeki kadınlar çoğu kez görünmez kılınmaya çalışılıyor. Hem örgütlenmeler içerisinde bu böyle, hem de hareketlerin yerelde oluştuğu alanlarda da bu böyle. Yerelde mücadele eden kadınların mücadeleye katkı sunmaları engelleniyor. Mücadelenin içinde var olmaları zorlaştırılıyor. Bu, aileleri tarafından yapılıyor; babaları, eşleri, varsa erkek çocukları tarafından yapılıyor. Biz bunların hepsine şahitlik ettik.   Keza karma örgütlenmeler içerisinde de kadınlar olarak pek çok alanda çalışıyoruz, üretiyoruz, mücadele ediyoruz. Mücadeleleri öne taşımak adına çok ciddi eylemler kuruyoruz ama yine de söz alma hakkında, sözü söyleme hakkında geri plana atılıyoruz. Biz bunu Ekoloji Birliği Kadın Meclisi kurulurken de yaşadık. Örgütlenmeler, STK'lar içerisinde, çevre hareketindeki örgütlenmeler içerisinde çok yaşadığımız bir şeydi ve bunu aşmak için epey bir çaba sarf ettik. Ama görüyoruz ki yereldeki kadınlar da mücadeleler içerisinde yok sayılıyorlar. Söz hakları olmuyor. Son sözü söyleyemiyorlar. Halbuki korkusuzca mücadelenin en önünde duruyorlar.   Elbette biz kadınları öne çıkartacağız. Çünkü o mücadelelerin en önünde cesaretleriyle, varoluşlarıyla o kadınlar varlar. Neden varlar? Biliyorsunuz, kadınlardan bahsettiğimizde, yaşama hakkı zaten sınırlı bir cinsiyet etkinliğinden bahsediyoruz; yaşama hakkı tümüyle elinden alınmış bir kesimden bahsediyoruz ve bu kesim bir de yaşam alanını kaybettiğinde, yaşadığı coğrafyayı kaybettiğinde, kaybedecek hiçbir şey kalmıyor zaten.   Dolayısıyla mücadelenin en önünde olacak ve mücadeleyi sırtlayacak. Bu nedenle kadınlar için çok daha kritik bir nokta ekoloji mücadeleleri. Yani bu, erkeklere göre daha varoluşsal bir sorun. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı olarak çaba sarf ediyoruz. Çünkü görünür kılınmıyor.   Bunun dışında eko-kırımların yarattığı sonuçlardan kadınların etkilenmesi, kadınların erkeklere göre daha farklı birtakım sonuçların içinde kalmaları tabii ki mümkün. Bu nedir? Kadınların kaybettiği yaşam alanları, onlar için ekip biçtikleri bir alan, geçim kaynağı, birebir içinde olduğu alan. Yani hayvancılık yapılıyorsa, kadınlar hayvancılığın tam içinde. Örneğin Halilağa Bakır Madeninin olduğu yer, Hacıbekir Köyü, hayvancılıkla geçimini sağlayan bir köy. Kadınların ciddi şekilde hayvancılık yaptığı bir köy ve şu an o geçim kaynaklarını kaybedecekler.   Peki, bu kadınlar ne yapacak? Erkek bu alanı ondan alındığında gidip madende çalışabilir ki çalışıyorlardı. Çünkü erkek maddiyatı ya da madenle ilişkilenmeyi, kadının kurduğu yerden kurmuyor. Kadın o alanı, hayvanlarını otlatamadığı, kaybettiği meraları ekip biçemediği tarlaları olarak görürken, erkek bunu yeni bir iş kapısı olarak görebiliyor ve gidip çalışıyor.   “Belki o zulmü yaşayan birebir biz değiliz ama o zulme sessiz kalıyorsak işte orada kritik bir durum var.”   *Munzur, Hasankeyf, Cudi gibi bölgelerde yıllardır devam eden savaşta doğal kaynaklar savaştan olumsuz etkilendi. Devlet kontrolü arttı, devlet eliyle ormanlar yakıldı, barajlar inşa edildi. Şimdilerde madencilik faaliyetleri ve orman kesimi gibi ekolojik yıkımlar devam ediyor. Bu süreçlerde bölgeler arasında fark var mı? Bu yıkım, bölgedeki Kürt kadınların toprağa, anadile ve kültürel mirasa olan bağını etkiliyor mu?   23 yıldır bize zulmeden siyasi iktidarın gerçekten doğayla bir savaşı var. Biz bunu aslında bütün yeryüzünde görüyoruz. Bu tarz faşizan yönetimlerin hâkim olduğu yapıların hepsinde var. Siyasi iktidar için bunun bir bölgesi yok. Sadece rantına bakıyor. Elbette ki bölgesel ayrılıkların olduğu durumlar, sıkıntılar yaşandı. Bunları görmezden gelmek mümkün değil. Bu ülkenin dağı, taşı, toprağı aslında her yerde aynı zulmü görüyor. Burada kritik olan şey şu: Biz bu zulme doğuda da batıda da kuzeyde de güneyde de ses çıkartabiliyor muyuz? Belki o zulmü yaşayan birebir biz değiliz ama o zulme sessiz kalıyorsak işte orada kritik bir durum var.   Ülkenin dört bir yanına inanılmaz derecede bir saldırı var ki özellikle bu maden ve enerji yasasından sonra dört koldan bir saldırı altındayız. Örneğin İliç bu anlamda çok sosyolojik bir örnek. Keban Barajı yapılırken, orada bir Kürt aşireti olan Şavaklılar İliç’e yerleştiriliyor, devlet eliyle göçe zorlanıyor. Geldikleri yerde ne yazık ki daha da kötüsü, İliç. Yani daha da büyük bir yıkımın yaşanacağı bir yerin eteğine getiriliyorlar. Bu insanların hepsi hayvancıydı. Büyük hayvancılık yapıyorlardı. İliç’in kendi nüfusu da öyle. Tescilli bir ürün olan tulum peyniri var, bir üretimleri var bu hayvancılıktan. Böyle bir geçim kaynakları varken, birden Amerikan, Kanada ortaklığında SSR Mining’e ait bir şirket geliyor. AKP’nin yandaşı olan Çalık Grubu’yla bir şirket kuruyor, Anagold diye ve orada bir yapı inşa ediyorlar.   İliç gerçekten artık kendi özelliklerini taşıyan bir kasaba değil, o kadar yok etmişler. O insanlar göçe zorlandılar, başka bir yere geldiler. Orada tekrar bir yıkımla karşılaşıyorlar ve geçim kaynaklarını, öğrendikleri bütün o kültürel mirası bir kenara bıraktılar ve gittiler madende çalışmaya başladılar. Keza dokuz işçimizi kaybettik ve bunu bile örtbas ettiler. Yargılanan doğru dürüst kimse yok. Çevre Bakanlığı sorumluluk almıyor, kimse sorumluluk almıyor. Devlet onları madene mecbur bıraktı. Gerçekten sosyal bir devlet olsa, sorumluluğunu alsa, üreticiyi desteklese, hayvancılığı desteklese bu ülkede zaten bunlara ihtiyaç kalmayacak.   Sütü işleyen, peyniri, tereyağını yapanlar kadınlar. Hayvancılık burada ortadan kalkınca ne oluyor peki? Kadın da bütün bu iş kolundan ayrı düşüyor ve eve kapanıyor. İliç’e gidin bakın, kadınlar hep evde. Evde kalan kadınların başına tarikatlar üşüşüyor. İliç’te o kadar çok tarikat yapısı var ki. Kadınlar evde, boş zamanları var ve o boş zamanları tarikatlar dolduruyor. Ciddi bir tarikat baskısı var orada.Yani bu tarikatlara halkın mecbur bırakılması da bu siyasi iktidarın sonucu elbette.    Tarikatlarla ilgili şöyle bir sonuç var: Bu tarikatların bize dayattığı şey, ‘Madenciliğin fıtratında var, olağan şeyler bunlar.’ Soma’da biliyorsunuz kaza olduğunda da söylenmişti. ‘İlahi güç böyle dedi’ deyip buna sığınıyorlar. Hayır, kaderimiz değil bu bizim. Ama tarikatlarla beslediğin bir yapı ancak buna sığınır. Çünkü ülkenin başındaki de buna sığınıyor. Kimse, ‘Burası yeterince güvenli bir yer değildi. Demek ki devletin kurumlarının bir suçu vardı, şirket yeterince bizim canlarımıza sahip çıkmadı’ demedi.   “Kadınlar kendi coğrafyalarının kurtuluşu için harekete geçtiklerinde, hem içinde bulundukları toplulukların kurtuluşu için, hem kendi yaşam alanları için, hem de varoluşsal bir çaba için harekete geçiyorlar.”   *Kaz Dağları'ndan Karadeniz'e, Akbelen'den Hasankeyf'e kadar ekoloji mücadelelerinin ön saflarında genellikle kadınlar var. Neden kadınlar ön safta? Bu mücadelenin ataerkiye karşı verilen mücadeleye katkısı var mı?   Bizim için ataerki, kapitalist sistem. Yani kapitalizmden ayrı bir ataerkiyi ne kurgulayabiliriz ne düşünebiliriz. Dolayısıyla bizim sistemle mücadelemiz aynı zamanda ataerki ile mücadele. Eko-kırımların iki keskin tarafı var. Biri, bu yıkımlara neden olanlar; biri de bunun karşısında mücadele edenler. Eko-kırımları yapanlar kimler? Şirketler. Yeryüzü üzerinde yüzde  1’e sahip o azınlık. Uluslararası şirketler ve bunlarla iş birliği yapan, o madenlerin çıkartıldığı ülkelerin devletleri, devlet yapıları… En başından en sonuna kadar bütün kurumları, bütün bürokratları. Bunların çoğunluğu kimlerden oluşuyor? Erkeklerden oluşuyor. Bu rantın ortaklığını yürüten bir iş birliği var. Erkekler arasında var. Dolayısıyla bir ucu bu. Diğer tarafında kim var? Tabii ki mücadele edenler var. Ya bu yüzde 1’e karşı o yüzde 99’un hakkını savunanlar diyebiliriz aslında.    Kadınlar bu mücadelede hep ön saflarda. Bunun ataerkiyle mücadeleye katkısı var mı kısmına daha çok değinmek lazım. Şüphesiz var. Çünkü kadınlar kendi coğrafyalarının kurtuluşu için harekete geçtiklerinde, aslında hem içinde bulundukları toplulukların kurtuluşu için, hem kendi yaşam alanları için, hem de varoluşsal bir çaba için harekete geçiyorlar. Bu, bütün kapitalist sisteme karşı verilmiş bir mücadeleye de denk geliyor bu anlamda. Çevre hareketindeki kadınların verdikleri mücadeleyi sadece ekolojik bir mücadele olarak göremeyiz. Bu mücadele, hem kapitalist sisteme karşı verilmiş bir mücadele, hem de ataerkiye karşı verilmiş bir mücadele.   *Metropol şehirlerde hava ve su kirliliğinin, sanayi atıklarının havaya ve suya karışmasının kadınların üreme sağlığı ve genel bedensel sağlığı üzerinde etkisi var mı? Bunu ekolojik şiddetin bir biçimi olarak değerlendirebilir miyiz?   Toplumsal cinsiyet farklılıklarından kaynaklı bir şey söylemek gerekiyor. Temizlik, kozmetik maddelerdeki kimyasallara maruz kalanlar da en çok kadınlar. Gıdadaki pestisitlere maruz kalanlar da en çok kadınlar. Çünkü gıdayı hazırlayanlar kadınlar. Toplayıcılık bin yıllardır yaptığımız bir şey. Bizim maruz bırakıldığımız şey çok daha farklı. Mesela burada zeytin, üzüm, elma, kiraz toplanıyor. En çok kadınlar çalışıyor. Birçok kimyasalın atıldığı bahçelerden bahsediyoruz ve orada buna maruz kalıyorlar.   Kozmetik ürünlerine ne yazık ki mecbur bırakılıyoruz. Böyle bir güzellik algısı da yaratılmış durumda, sistem dayatıyor bunu. Dolayısıyla o kozmetik ürünlerdeki kimyasallara da en çok biz maruz kalıyoruz. Bir yandan da maden ve enerji santrallerinin kıyısında yaşayanların toplu olarak maruz kaldıkları kanser oranları var ki bu zaten devlet tarafından ulaşılamaz kılınıyor. Yani ekolojik şiddet aslında yeryüzüne saldıranların yaratmış olduğu şiddetin kadınlar üzerindeki, kadın bedeni üzerindeki etkisi. Yani kuraklık bir ekolojik şiddet olabilir ama bunun yaratıcısı bu kuraklığı yaratan şey esas şiddetin kendisidir.   “Bugün toprağa sahip çıkan her kadın aslında bu öz savunmayı yapıyor demektir.”   *Türkiye'deki kontrolsüz kentleşme ve betonlaşma, tarım alanlarını yok ederken kadınların geleneksel olarak yürüttüğü yerel gıda üretimi ve tohum koruma rollerini de tehdit ediyor mu? Metropol şehirlerdeki kadınlar ve çocuklar sağlıklı gıdaya erişebiliyor mu? Adil ve temiz gıdaya erişimde kadın mücadelesi öz savunma olarak rol üstlenebilir mi?   Kadınlar bin yıllardır tohumun taşıyıcısı, saklayıcısı. O tohumla ilk temas edenler de o tohumları özenli bir şekilde ayıran, tohumları özenli bir şekilde seçenler kadınlar. Ninelerimiz, annelerimiz tohumları sandıklarında saklıyordu. Tohumları korudular, sakladılar ve nesilden nesle aktardılar. Ta ki Monsanto'ya kadar. Monsanto gibi tarımda kullanılan zirai ilaçları üreten şirketler artık GDO’lu, kendi kendini tekrar yenilemeyen tohumları üretip bizim gibi 3. dünya ülkelerine bunu zorunlu kıldıkları andan itibaren artık bu nesilden nesle aktarım sona erdi.   Tohumun alışverişi yasaklanmışsa, işte tam da bu kapitalist sistem böyle bir döngüyü kırmak istiyor. Böyle bir döngünün varoluşuna yerelde yaşayan kadınların aracı olmasını istemiyor. Çünkü onlar o ilacı satacaklar. Yine uluslararası şirketler ne yazık ki kapitalist sistemin bir erkinin parçası gene karşımızda. Elbette ki adil, temiz su hakkı olması gereken bir şey. Yani sosyal bir devlette, varoluşumuzla birlikte her insanın hakkı olan bir şeyden bahsediyoruz. Ama biz şu an endüstrileşmiş tarımda, dev gıda zincirlerinin olduğu bir alanda, adil, eşitlikçi, paylaşımcı bir gıdanın bize ulaşmasını mümkün kılabilecek bir sistemin içinde var olduğumuzu söyleyemeyiz.   Kapitalist sistem öyle bir kurgu yaratıyor ki, yereldeki üreticinin tüketiciye en kısa yolla ulaşacağı yolu kapatmış oluyor. Gidiyorlar, bakıyorlar; maden yapılacak yer, çiftçinin ekip biçtiği, hayvanını otlattığı yer. Bunun devlet ya da şirket için bir önemi olmuyor. İşte bilirkişilerin ‘kamu yararı yok’ dediği şey bu. Oradaki kamunun yararı, adil gıdaya, temiz suya erişim hakkında saklı zaten. Bunu zaten bizden çalıyorlar. Doğaya hükmetmeye çalışan o eril aklın dayattığı her türlü yıkımla zaten bu alanları bizden kopartıyorlar. Bugün toprağa sahip çıkan her kadın aslında bu öz savunmayı yapıyor demektir.   Ekoloji mücadelelerini belli kritikler içerisinde tutup, sadece hukuk mücadelesine çevirmek birtakım çevrelerin işine geliyor olabilir. Ama gerçek özneler bunlarla yetinemeyecek kadar ilerici eylemleri ortaya koyuyor. Keza bizim bunu korkmadan sahiplenmemiz, kadınların yanında cesaretle durabilmemiz gerekiyor. O öz savunmayı onlar zaten kuruyorlar. Bunu İkizdere’de de kurdular, Diyarbakır’da da kurdular. Bu öz savunma refleksi zaten onlarda var.   “Aslında kadınların mücadele içerisinde hukuki olarak temsillerinin de kadınlar tarafından yapılması gerekiyor.”   *Türkiye'de çevre davalarında ve ekolojik suçlarda ekolojik şiddet ne kadar cezalandırılabiliyor? Bunu aynı zamanda bir kadın hakkı ihlali olarak tanımlamak mümkün olabilir mi? Çevre sorunlarında yargı sisteminin erkek egemen bir yapıda olmasının etkisi bu çevre davalarında var mıdır?   Kadınları çevre mücadelelerinden düşürtmek adına, haklarında açılmış birtakım davalar var. İthamlar, iftiralar, toplumsal baskılar kuruluyor. Bu, hukuki süreçlere de giriyor. Mesela ben de kendim yargılandım İkizköy’den ve bir kadın avukat beni temsil etsin istedim. Çünkü benim hassasiyetimi, benim duruşumu anlayabilmesi, empati kurması daha kolay olur diye. İkizdere’de Hediye Baş, o zaman hareketin en öndeki kadınlarından bir tanesiydi. Birtakım videoları jandarma tarafından kırpılarak yerel basına servis edilmişti. Tecavüzle tehdit edildi bu kadın arkadaşımız ve o zaman erkek avukat bu konuyu hiç önemsemedi. Empati kurmadı çünkü. Biz bir feminist avukatı İstanbul’dan Rize’ye gönderdik. Vekâletini o aldı.   Aslında kadınların mücadele içerisinde hukuki olarak temsillerinin de kadınlar tarafından yapılması gerekiyor. Çünkü yargılama sistemindeki yapı, sonuç itibariyle erkeklerin hâkim olduğu bir yapı ve orada kadının maruz bırakıldığı şiddeti, kadının maruz bırakıldığı tehdidi görmezden gelebiliyorlar. Türkiye’de madenciliğin yüzde 90’ı bence kamu yararı olmayan yerlerde yapılıyor. Kamuya hiçbir yararı yok. Şirketlere, devlete, rantı paylaşanlara yararı var. Tabii ki ranta ortak olanlar da hiçbir şeyi cezalandırmıyor. Kadın cinayetlerinde olduğu gibi, doğa cinayetlerinde de ceza yok. Olmadığı için zaten böyle pervasızca hareket edebiliyorlar.    Savcılıkta 100’e yakın suç duyurumuz var Cengiz Holding hakkında ama hiçbiri işleme konulmuyor. Bir yürütmeyi durdurma kararı aldık geçen yıl. Devletin kurumu MAPEG (Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü) ne yaptı? Hemen oradaki mevzuata aykırı olan durumu işletme izni ile ilgili düzeltti. Tekrar dava düştü. Yani toprağını, havasını, suyunu, halkını korumayan, gözetmeyen bir devlete karşı biz hangi hukuku işler kılabiliriz? İşte bu noktada kadınların bir öz savunma olarak mücadele gösteriyor olması çok kıymetli. Hâlâ yılmadan, korkmadan bu ülkedeki bütün hukuksuzluğa rağmen mücadeleyi devam ettiriyor olmaları çok kıymetli.   Bunu da madenlerin kıyısında yaşayan kadınlar yapıyor. Onların görünür kılınması önemli. Bu da ekoloji hareketindeki kadınların ve tabii ki erkeklerin bütün çevre hareketinin unutmaması gereken bir gerçek. Bunu göz ardı etmememiz lazım.