Sebahat Tuncel: Tarihi çağrıya cevap vermek bir sorumluluk 2025-03-10 09:06:21     Melek Avcı   ANKARA - Abdullah Öcalan’ın “Asrın çağrısı” üzerine değerlendirmelerde bulunan TJA’lı Sebahat Tuncel, "Bu tarihi çağrıya cevap vermek, Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir sorumluluktur. Bu defa barışa daha yakınız. Olanak var ama bu olanağın gerçeğe dönüşmesi konusunda da hepimize sorumluluk düşüyor” dedi.   Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta tüm kamuoyu ile paylaşılan ve “Asrın Çağrısı” olarak tanımlanan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı büyük bir yankı uyandırdı. Çağrı Türkiye siyaseti ve Kürt sorunu açısından kritik bir dönemeç olarak nitelendirildi. Abdullah Öcalan’ın çağrısı sadece Türkiye içinde değil, uluslararası alanda da dikkatle takip edilirken Orta Doğu’da sorunların çözümüne ilişkin de çözüm anahtarları bulunduruyor.    Bu çağrı nasıl bir dönemin habercisi? Abdullah Öcalan’ın vurguladığı çözüm ve demokrasi perspektifi ne anlama geliyor,  Tevgera Jinên Azad (TJA) aktivisti ve siyasetçi Sebahat Tuncel, konuya ilişkin JINNEWS’in sorularını yanıtladı.   “Devlet Bahçeli, devletin içerisinde Kürt sorununda devletin yürüttüğü politikanın Türkiye'yi bir kriz, bir yönetilmeme noktasına getirdiğini ve Orta Doğu'da yaşanan gelişmelerle birlikte başka bir Kürt Türk ittifakını zorunu kıldığını görüyor. Türkiye'deki mevcut siyasi ekonomik krizden çıkışın yolu da yeni bir Kürt-Türk ittifakından, demokratik siyasetten geçiyor. Bu çok daha net görülmüş durumda.”   * 1 Ekim’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) ile tokalaşmış ardından Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Meclis’e konuşması için çağırmıştı. Bu çağrı yapıldığında ilk düşünceniz ve analiziniz ne oldu?   Sanırım en çok konuşulan ve beklenmedik bir hareket olarak değerlendiriliyor. Gerçekten de kimsenin beklediği bir hareket değildi ama Devlet Bahçeli’nin bunu yapması üstelik ondan önce kullanılan dil, üslup, Kürt siyasetine yönelik AKP-MHP ittifakının 2015’ten beri uyguladığı politikalara baktığınızda buna şaşılması da doğal. Kürt karşıtı bir politika yürüttükleri bir süreç içerisinde ortaklardan birisinin DEM Parti’yle tokalaşması sıradan ele alınacak bir durum değil. Bu, bir devlet aklını ifade ediyor ve Devlet Bahçeli şahsında kamuoyuna yansıtılıyor. Bunun şöyle bir nedeni olabilir diye o zaman ilk analiz etmiştim. Toplum o kadar çok militare edildi, ırkçılık, milliyetçilik çok fazla ön plana çıktı ki. Türkiye toplumu gerçekten bu milliyetçi politikalarla ve sistematik olarak, 2015'den bugüne üstten devlet tarafından empoze edilen bir süreç doğal olarak bunun yarattığı bir toplumsal gerçeklik var. O açıdan da Devlet Bahçeli seçilmiş olabilir. Devletin bir yaklaşımı olarak yorumladım ilk dönemde. Daha sonra AKP'nin bundan haberi var mıydı yok muydu, AKP'ye rağmen mi yapıldı gibi tartışmalar yürütüldü. Ama belli ki Devlet Bahçeli, devletin içerisinde Kürt sorununda devletin yürüttüğü politikanın Türkiye'yi bir kriz, bir yönetilmeme noktasına getirdiğini ve Orta Doğu'da yaşanan gelişmelerle birlikte başka bir Kürt Türk ittifakını zorunlu kıldığını görüyor. Zorunluluğun getirdiği bir adım. Ama daha sonra Devlet Bahçeli bu adımı geliştirdi. Sayın Öcalan şahsında “gelsin DEM Parti grubunda konuşsun, umut hakkından faydalansın” diye ifade etti. Umut hakkı hem Sayın Öcalan’ın avukatlarının hem bizlerin çok uzun süredir gündeme alınmasını istediğimiz bir hak. AİHM’de Sayın Öcalan’a dair iki tane karar var, yine başka kararlar var. Dolayısıyla bu çalışılmış bir şey, belli ki uzun süredir Kürt halkının, Kürt siyasetinin talepleri Devlet Bahçeli tarafından da incelenmiş. Bu da bir politik akıl, üzerine düşünüldüğünü, çalışıldığını görüyorsunuz. Bu önemli. Sayın Öcalan ile önce Ömer Öcalan görüşme yaptı, sonra Sırrı Süreyya ve Pervin Buldan arkadaşlarımızın görüşmesi oldu.  27 Şubat'ta da bütün dünya kamuoyunun beklediği çağrı gelmiş oldu. Bu açıdan bu önemli bir çıkış, siyasi olarak da analiz edince Türkiye'deki mevcut siyasi ekonomik krizden çıkışın yolu da yeni bir Kürt-Türk ittifakından, demokratik siyasetten geçiyor. Bu çok daha net görülmüş durumda. Kürt siyasi hareketinin bütün bileşenleri Sayın Öcalan’ın çağrısına kendi durduğu noktadan bir cevap da vermiş oldu. Bundan sonra tabii devletin bu çağrıya nasıl cevap vereceğini toplum merak ediyor, bekliyor.    Tabii bu konuda devlete karşı ciddi bir güvensizlik var. Bu da anlaşılır bir durum. 2016'dan bugüne kadar kayyum rejimi devrede. Bu aslında bir sömürge hukuku: Kürtler kendi belediye eş başkanlarını seçiyor, devlet gelip zorla belediyeye el koyuyor. Halk iradesini ortadan kaldıran bir şey. Bu çok ciddi bir problem, üçüncü dönemde benzer bir şey uyguluyor. Kayyum rejimi, İmralı’da işkence rejimi, mutlak tecrit ve izolasyonun olduğu bir süreç yaşandı. Düşünce ifade özgürlüğü ortadan kaldırıldı. Hak ve özgürlükler yok. Türkiye'de, Kürt gençleri başta olmak üzere birçok genç, akademisyenler ülkeyi terk ediyor. Enflasyon almış başını gidiyor. Şiddet toplumsallaşmış durumda. Sadece kadına yönelik şiddet de değil, toplumsal bir şiddet durumu var. Doğal olarak bu sürece temkinli yaklaşmak, güvenmemek anlaşılabilir bir durum. Toplumun bu sürece güvenebilmesi için bazı adımların atılmasına ihtiyaç var.    “Eğer gerçekten bu konuda devlet Kürt sorununu, savaş ve çatışma zemininden çıkarmak istiyorsa bunun olanaklarını yaratmak durumunda. Sayın Öcalan’ın kongreyi toplaması ve bu süreci sonlandırma konusundaki rolünü tam olarak yerine getirmesi için bir şey yapmak zorunda ama iş bununla da sınırlı değil. Sayın Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanması gerek.”   * Abdullah Öcalan’ın çağrısının ardından hala tecrit devam ediyor. PKK kongreyi toplamak için ise fiziki olarak kendisinin orada bulunması gerektiğini ifade etti. Bu çağrı yerine getirilir mi neler yapılmalı?    Sayın Öcalan, 27 Şubat'ta saat 17'de bütün dünya kamuoyuna şunu ifade etti: “Kürt sorununu savaş ve çatışma zemininden çıkarma konusunda sorumluluk üstleniyorum” dedi. Bu konuda da bütün halklara çağrıda bulundu. Bu çağrının bir boyutu devlet, “ben sorumluluğunu yerine getiriyorum bundan sonra devletin sorumlulukları var” noktasıdır. Diğeri toplumun yapması gereken kadınların, gençlerin, halkların üzerine düşen sorumluluklar var çünkü bazı şeyler gerçekten devlete bırakılamaz. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin devletin alanında değil, toplumun alanında olması gerekir. Devletin bunu engellememesi gerekir. Demokratik siyasete alan açması gerekir. Hak ve özgürlük mücadelesi, sivil toplumun, halkın temel alanıdır. “Hak verilmez alınır” diye bir söz var. Dolayısıyla herkese görev ve sorumluluk düşüyor. Sayın Öcalan dedi ki, “ben sorumluluğumu yerine getiriyorum. PKK'nin feshi için çağrı yapıyorum.” PKK de buna cevap verdi, ateşkesi ilan etti. Kongrenin toplanabileceğini söyledi ama kongrenin ancak Sayın Öcalan tarafından toplanabileceğini, bu konuda gerekli adımların atılmasını istedi. Bence bu önemli bir konu. Sayın Öcalan kongreyi nasıl toplayacak, hangi araçlarla toplayacak, biçimi nasıl olacak, yöntemi nasıl olacak, bunlar ayrı bir konu ama olması gereken şey bu. Eğer gerçekten bu konuda devlet Kürt sorununu, savaş ve çatışma zemininden çıkarmak istiyorsa bunun olanaklarını yaratmak durumunda. Sayın Öcalan’ın kongreyi toplaması ve bu süreci sonlandırma konusundaki rolünü tam olarak yerine getirmesi için bir şey yapmak zorunda ama iş bununla da sınırlı değil. Sayın Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanması gerek. Asıl mesele, umut hakkı meselesi. Bahçeli'nin de ilk söylediği “Meclis’te gelip konuşsun” ne demek, demokratik siyaset alanı yani Kürt sorununu savaş ve çatışma zemininden ziyade demokratik siyasetle mücadeleye esas alıyor. Şöyle bir şey değil tabii ki çağrıyla ya da PKK’nin silah bırakmasıyla Kürt sorunu tam anlamıyla çözüldü anlamına gelmiyor.   “Sayın Öcalan, demokratik cumhuriyete gönderme yapıyor. Evet, silahlar sustu, herkes bunu susmasını istiyor ama bu sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Sorunun çözümü o metninde.”   * Salt bir silah bırakma tartışmasına sokulmaya çalışan çağrının asıl tespit ettiği nokta nedir?   Ne zaman sorun çözülür; Kürtlerin dil, kimlik, kültür hakları anayasal güvenceye tanındığında. Sayın Öcalan’ın metninde bence en önemli nokta o. Tanınmadan bahsediyor. Kimlik ve inançların tanınmasından ve kendisini özgürce örgütleyebilmesinden, siyaset yapmasından bahsediyor. Asıl metnin özü orada yatıyor. Herkes son cümleyi konuşuyor. Sırrı Süreyya Önder’in söylediği şart cümlesi gibi ifade ediliyor. O da önemli bir cümle ama asıl mesele Sayın Öcalan’ın metninde yer alan tanınmadır. Kürtler, Kürt halkı olarak tanınacak. Türkiye'de şu an Kürt kimliği tanınmıyor, Kürt kökenli deniliyor. Anadilde eğitim talebi yok sayılıyor, Kürtlerin kendi kimliği ile Kürt olarak örgütlenmesinin olanakları yok, Alevinin Alevi olarak örgütlenmesinin olanakları yok. Kimlik tanınmıyor. Milliyetçilik anlamında söylemiyorum ama Kürtlerin kimlik ve kültürlerini koruyabilecekleri, örgütleyebilecekleri, gelecek kuşaklara taşıyabilecekleri bir mekanizmanın demokratik bir mücadele ile demokratik bir sistem içerisinde olması gerekiyor. O yüzden Sayın Öcalan, demokratik cumhuriyete gönderme yapıyor. Evet, silahlar sustu, herkes bunun susmasını istiyor ama bu sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Sorunun çözümü o metinde. Şimdi bazen biz diyoruz Sayın Öcalan sorumluluğunu yerine getirdi, sıra devlette. Devletin yapması gereken şeyler bunlar. Türkiye'de insanlar kendi görüşlerini ifade ettiği, örgütlendiği, barış istedikleri için cezaevinde tutuklanıyor. En son HDK operasyonu yapıldı, “Kent Uzlaşısının” iddianamesi açıklanmış. Siz yerel yönetimler için bir ittifak kuruyorsunuz ama bu yargılama konusu yapılıyor. Siyaseti sadece iktidar yapabiliyor, ana muhalefet yapabiliyor ama Kürtler yapabilmek için bunun bedelini ödemek zorunda kalıyor. Bu çok önemli, en büyük iş bence. O açıdan da yasal anayasal düzenlemeler yapmak, demokratik siyasetin önünü açmak, demokratik siyaset önündeki engelleri kaldırmak için devletin yapması gerekenler var.     “Bu devletin sorumluluğunda. Gerçekten iktidar barış istiyorsa, MHP barışın bir parçası olacaksa, CHP barışın bir öznesi olacaksa, onların da Türkiye toplumunu ikna etmek gibi bir sorumlulukları var.”   * Yanı sıra iktidara bir güvensizlik söz konusu bu noktada nasıl bir yaklaşım sergilenmelidir. Topluma düşen görevler, iktidara düşen sorumluluk nedir?     Bizim toplum, kadınlara, gençlere olarak yapmamız gerekenler var. Demokrasinin inşası, demokratik siyasetin geliştirilmesi ve bunun güvence altına alınması konusunda çalışmak, emek harcamak ve devleti bu konuda adım atmaya zorlama sorumluluğumuz var. Bu çok boyutlu bir metindir, belki bir sayfalık bir metin olarak ifade edilebilir ama her bir cümlesi oturup saatlerce tartışılması gereken bir şeyi ifade ediyor. Her bir cümlenin bir anlamı var, toplumsal doku, bir toplumsal alan var.  Ama Türkiye'de ne yazık ki bunları konuşamadığımız için daha çok silah bırakma noktasına kilitleniyor. Oysa dünya deneyimlerinde de görüyoruz işin kolay bölümü o. Asıl mesele, tanınma, halkın varlığının güvence altına alınması, özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Bu olduğunda demokratik kanallar açık olsa zaten şiddete gerek kalmayacak. Dolayısıyla sebeplerin ortadan kalkması gerekir. Bunun için herkesin mücadele etmesi gerekir. Türkiye'deki toplumsal atmosfer, Cumhur İttifakı'nın ortaya koyduğu, cinsiyetçi, dinci, milliyetçi, militarist politikanın toplumda yarattığı gerçeklik, sorun alanı olarak karşımızda duruyor. Bu kadar sert bir iklim karşısında, kendisinden başkasına yaşam tanımayan, Kürt'ü tanımayan, Alevi’yi tanımayan, kadını tanımayan, özgürlükleri yok sayan bir yerden, şimdi demokrasiye hızla dönüş konusunda ister istemez bazı zorluklar var, ikna edilmesi gerekenler var. Bu devletin sorumluluğunda. Gerçekten iktidar barış istiyorsa, MHP barışın bir parçası olacaksa, CHP barışın bir öznesi olacaksa, onların da Türkiye toplumunu ikna etmek gibi bir sorumlulukları var. Bunu Kürtlerin omzuna bırakamazlar. Türkiye toplumunu barışa ikna etmek ya da barışın bir toplumsal ihtiyaç olduğunu ifade etmeliler. Biz kadınlar bunu tespit ettik. Kadınlar olarak Kürt meselesini konuşmak ve barışın bir toplumsal talebe dönüşmesi konusunda bir çalışmamız vardı. 22-23 Şubat'ta Barışa İhtiyacım Var İnisiyatifi kuruldu, aklısından hemen bu çağrı geldi. Aslında tam da kadınlar olarak doğru yerde tartıştığımız açığa çıktı.    “İnkar siyaseti anayasal güvenceye alınmıştır. Bu bir problem. Dolayısıyla bu açıdan tabi ki anayasanın değişmesi gerekir. Bugün kurulacak olan komisyonun etkisi olması lazım. Bir tavsiye değil de yasal bir dayanağın olması gerekir. Bunlar bir gereklilik.”   * Siz de ifade ettiniz, bir yandan barış bir yandan siyasi operasyonlar… PKK ateşkes ilan etti ama buna rağmen saldırılar hala sürüyor. Medya dilinde de buna rastlıyoruz.  Çağrı ve Kürtlerin konumu salt bir anayasa değişikliği tartışmasına sokulmaya çalışıyor. Özellikle Erdoğan'ın iktidarını pekiştirme üzerinden. Bu şekilde işletilen süreç barışa götürür mü?    Tabii barış süreçleri çok zorlu bir süreçler. Türkiye'nin yarım yüzyılını alan bir meseleden bahsediyoruz. Aslında Orta Doğu'nun 200 yıllık, Türkiye'nin neredeyse 100 yıllık siyasetine damgasını vurmuş ama son 50 yıl çatışma zemininde olan Kürt meselesinden bahsediyoruz. Bunun yarattığı siyasi, ekonomik, toplumsal sorunlar var, birçok nedeni var. Çözümü konusunda 90’dan bugüne şimdiye kadar girişimler de olmuş. İlk Turgut Özal, ki girişimi kamuoyuna da yansıdı ve hayatıyla ödedi. Erbakan'ından Bülent Ecevit'ine, Süleyman Demirel'ine kadar, Kürt meselesinin çözülmeden Türkiye'nin gerçekten bir demokratikleşme içerisinde olmayacağı tespiti yapılmış. Ama hep engel olanlar da olmuş. Bu süreçte de barışı çok isteyenler de var ama barışı istemeyip engel olmak isteyenler de var. Savaştan rant elde edenler de var. Bunun olanakları kadar riskleri de var. Bu süreç zorlu bir süreç. O yüzden de belki de sürecin hızlı işlemesi o açıdan önemli. Henüz daha süreç başlamadı. Şimdi diyoruz Sayın Öcalan çağrı yaptı ama sürecin başlayabilmesi için de devletin de adım atması lazım. Örneğin ilk elden Sayın Öcalan’ın özgür çalışılır koşullarının sağlanması gerek. Şimdi anayasa meselesi de önemli çünkü Kürt sorunu anayasal bir sorun. 1924 Anayasası Kürtleri inkar eden bir anayasadır. 1921 Anayasası birlikte kurulmuş çünkü Türkiye Cumhuriyeti'ni Kürtler ve Türkler birlikte kurmuşlar. O süreçte Kürtlerin başka olanakları seçenekleri de var ama Kürtler onun yerine Kürt-Türk ittifakı, 3’üncü Büyük İttifak olarak tanımlıyoruz bu ittifakı, 1919'da Kürtlerle ve Türklerin ittifakı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.    1921 Anayasası Teşkilatı Esasi Kanunu bunun üzerinden şekillenmiş ve ilkeleri ifade ediyor. 1924 anayasası Kürtleri inkâr ediyor. 1925 Şark Islahat Planı şimdi açık olarak tartışıyor ama o zaman gizli devreye konuluyor, 2014'te de çöktürme planı gizli olarak devreye konuldu. İnkar siyaseti anayasal güvenceye alınmıştır. Bu bir problem. Dolayısıyla bu açıdan tabi ki anayasanın değişmesi gerekir. Sonraki anayasalar da çünkü bu esası korumuştur. Ana bir de eğitimin önünde engel nedir şu an anayasadır. Kürtlerin kendi kendini örgütlemesi önündeki engel nedir, Anayasadır, terörle mücadele kanunudur. Özellikle sosyal demokratların bu anayasa mevzusuna sadece Tayyip Erdoğan'ın iktidarda kalma meselesi üzerine bakmaları problemli bir şey. 12 Eylül faşist anayasasıyla yönetiliyor bu ülke,  yönetilemiyor daha doğrusu. 2015'teki başarısız darbe girişiminden sonra o da askıya alındı. Şu an parlamenter sistem diye bir sistem de yok. Anayasa, demokratik hukuk düzeni ortadan kaldırılırdı, kişiye bağlı bir siyaset yürütülüyor. O açıdan da bir anayasal  değişikliğine ihtiyaç var. Türkiye'deki gibi cezalandırma üzerinden, yok sayma üzerinden bir anayasa olmaz. Özgürlükleri güvence altına alacak bir anayasayı ele almak gerekir. Sosyal demokrat bir partinin ya da kendisine sosyal demokrat diyenlerin, solcu diyenlerin bunu böyle tartışmasına doğrusu insan hayret ediyor. Ne bilime sığar ne insanlığa sığar ne başka bir şey.    Meclis’te komisyon ve anayasal güvence   Düşünebiliyor musunuz bir toplumsal sorunu çözme konusunda bir irade koyuyorsunuz ama bu ülkenin ana muhalefet partisi destek verdi önemli, ama iş anayasa meselesine geldiğinde buna isteksiz olması anlaşılamaz. Asıl mesele orada. Kürtlerin inkârı anayasal bir madde haline getirildiği için kriz zaten. Bu ortadan kaldırılmazsa demokratikleşme ve özgürlüklerin önünde de geçilmez. O açıdan tabi ki yasal ve anayasal güvenceye ihtiyaç var. Ulus devlet gerçeği de yasalara göre işliyor, bir mekaniği var. Üstelik Türkiye'de yasalar daha şey negatif yorumlanıyor. Hiç ben pozitif yorumlandığını görmedim. Kürtler söz konusu olduğunda çok daha negatif yorumlanıyor. Bazı şeyler yoruma açık. O açıdan bunlar problemli işler ve gerçekten bu işin çözülmesi lazım. Bu konuda CHP'nin, Meclis’te bu işin çözülmesi ısrarı önemli, Sayın Öcalan’ın kendisi de zaten ilk görüşmeden itibaren gruplara gönderdiği mesajda var olan bir talep: Meclis’te bir komisyon kurulması ve Meclis’in bu konuda sorumluluk üstlenmesi. Meclis dediğiniz yasa çıkartır. Yasama organıdır. Yürütme iktidardır ama yasama organının Kürt sorununun özgürlükçü çözümü konusunda sorumluluk üstlenmesi önemli. Geçen dönem hatırlarsanız 2015 yıllarda hem Anayasa Komisyonu vardı, önemli çalışmalar da yapıldı, bir hafıza da var. İkincisi de Meclis’te bir araştırma komisyonu kuruldu. O araştırma komisyonunun 435 sayfası çok önemli bir rapor haline getirildi, Meclis’e de sunuldu. Orada da çok önemli tespitler vardı. Kürt sorunu çözümü konusunda atılması gereken yasal adımlar, anayasal adımlar, bu sürecin sağlıkla yürümesi, savaştan zarar görenlerin hakikat-adalet yüzleşme mekanizması diye ifade ettiğimiz çok önemli şeyler vardı ama bir tavsiye niteliğindeydi. Bugün kurulacak olan komisyonun etkisinin olması lazım. Bir tavsiye değil de yasal bir dayanağın olması gerekir. Bunlar bir gereklilik. Bunlar olmazsa süreç işlemez anlamında söylemiyorum ama eğer bunlar yapılmazsa demokratikleşme olmaz, özgürlükler olmaz, Kürt sorununun çözümü konusunda gerekli adımlara atılmaz. Herkesin, özellikle toplumsal muhalefetin, iktidar dışındaki partilerin de barış, çözüm isteyenlerinde bu konuda daha etkin ve güçlü olarak sürece dahil olmalarına ihtiyaç var.   “Olanak var ama bu olanağın gerçeğe dönüşmesi konusunda da hepimize sorumluluk düşüyor.”   * Son olarak şunu sormak istiyorum, barışa ve demokrasiye katkı bağlamında kadınların, toplumun üstüne düşen rol nedir? Kamuoyuna çağrınız ne olur?    Kadınlar açısından durum daha önemli çünkü savaş ve çatışmanın en çok mağdurları kadınlar. Kadınlar şimdiye kadar iki temel gündem oldu; patriarkal sistemden kaynaklı kadınların yaşadığı sorunlar. İkincisi de savaş nedenli sorunlar. Kadınların patriarkal sistem nedeniyle yaşadığı sorunlar savaş süreçlerinde iki üç katına çıkıyor. Çocuklar açısından bu çok daha derin bir sorun çünkü erkek egemenliği olgusu kendisini orada var ediyor. Savaş sonuçta erkekliği kutsayan bir şey. Dolayısıyla kadınlar olarak savaşa karşı olmak temel bir ilke. Bu bir tercihten ziyade, savaş karşıtlığı kadınlar açısından bir yaşam gerekçesi. O açıdan kadınlar barış mücadelesinde daha aktif ve etkin bir rol alıyorlar. Belki bu süreçte, bunun başarıya ulaşması konusunda, kadınlar belki devletin halklar arasında kurduğu bu duvarı yıkacak. Çünkü halklar da birbirinden tecrit. Dikkat ederseniz, sabahtan beri konuştuğumuz konulara dair kim yapacak peki sorusunu sorabilirsiniz.  Bunu yapabilmek için örgütlülüğe ihtiyaç var. Kadınların örgütlü olmasına. Bu sürecin sağlıklı ilerlemesi ve kadınların toplumsal talebinin iktidara ulaşması ya da parlamentoda, yasallarda bir dönüşüm yaratması önemli. Bu defa barışa daha yakınız. Olanak var ama bu olanağın gerçeğe dönüşmesi konusunda da hepimize sorumluluk düşüyor.