Gündüz Kuşağı programları: Irkçılık, kadın düşmanlığı, ötekileştirme... 2021-09-09 09:04:17     Habibe Eren    İSTANBUL - Irkçılık, cinsiyetçilik kalıp yargı ve klişelerin başat rol oynadığı gündüz kuşağı programlarında kadınların hayatları bir kez daha cendere altına alınıyor. Sosyolog Dilan Deniz Vurgun, “Bir süre sonra gerçek ve kurguyu karıştırmaya başlanırsa şiddet bu kişilerin gerçekliği haline dönüşebilir ve içinden çıkılmaz bir şiddet sarmalı oluşabilir” derken gazeteci Hicran Urun ise programlarda “sorgulanan, suçlanan ve yargılanan hep kadın” diyerek yanlış mecraların yeni mağduriyetleri doğurduğunu dile getirdi.   Sunucu Didem Arslan’ın geçtiğimiz günlerde Kürtçe konuşan bir kadını yayından alması ve nefret söylemlerini dillendirmesi ile birlikte gündüz kuşağı programları bir kez daha gündeme geldi. Hemen hemen format olarak hepsi birbirine benzeyen programlarda ırkçılık, cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığı yeniden inşa ediliyor. Esra Erol’un sunduğu “Esra Erol da”, Müge Anlı’nın “Tatlı Sert” Nur Viral’in sunduğu “Hayatta her şey var”, söz konusu programlara verilecek birkaç örnekten biri…   Özellikle 1960’lardan sonra Türkiye toplumunun hayatına giren televizyon, kültürün ve alışkanlıkların da bir parçası haline geldi. Ancak özellikle son 5-6 yıldır çürüme ve yozlaşmanın yanı sıra var olan zihniyete paralel yayınların yapılması daha görünür oldu. Kadına yönelik sorunları gündeme taşıma iddiasında bulunan söz konusu programlar adeta kadınların yargılandığı birer “arenaya” dönüşüyor. Kadınların hayatlarının didik didik edildiği, kadın katliamlarının meşrulaştırılmaya çalışıldığı, fail savunuculuğunun üstlenildiği ve kadınların teşhir edildiği programlarda kadınlar bir kez daha hedef gösteriliyor.   Kadınların gerçek sorunlarını üçüncü sayfa haberi ya da magazin haberi formatında sunmanın ötesine geçemeyen programlar bir yanıyla “makbul kadın” profilini de destekliyor. Programlarda uzman olarak yer alan psikolog, avukat, sosyolog veya yorumcu gibi kişiler konukları en geniş göreceği bir yerde oturarak üst perdeden akıl ve yargı veriyor; aşağılıyor. Konumlarının getirdiği nesnellikten, bilimsellikten uzak açıklamaları ve belirlemeleriyle sosyolojik bir durumu da gözler önüne seriyor.   Öte yandan ‘kriminal’ suçlara değinen bazı türlerinde ise belirli bir sınıra dokunulması yasaklanırken devleti eleştirecek ya da var olan mekanizmaların eksiklerini dile getirilecek söylemlerden bir o kadar uzaklaşılırken fazlasıyla propagandatif bir yayıncılık sergileniyor. Bir kadının şüpheli ölümünde ya da kayıp çocuk vakalarında istenilen iddialar gündeme taşınırken istenilmeyenler örtbas ediliyor. Konukların kendilerini anadillerinde ifade etmeleri engellenirken yöresel ağızlar, şive ve giyim kuşam da aşağılanıyor.   Gündelik hayata ilişkin konuların işlendiği programların bir kısmında sadece cuma günlerine mahsus olarak bir “hoca” eşliğinde dini içerikli bir bölüm ekleniyor. Geleneksel ve modern, dini ve seküler değerlerin tümü aynı anda izleyiciye sunulurken ‘riyakar’ ve gerçek dışı bir anlayış da yurttaşlara empoze edilmeye çalışılıyor. Öte yandan hükümetin medyayı bu kadar kontrol altına aldığı, en ufak muhalif bir sesin yankılanmasının kanallara ceza olarak döndüğü bir süreçte medyayı kontrol etmekle sorumlu Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ise söz konusu yayınları görmezden gelmesi ayrı bir tartışma konusu…   Yeni Yaşam Gazetesi’nin Kadın Eki Editörü Hicran Urun ve sosyolog Dilan Deniz Vurgun ile gündüz kuşağı programlarının hedef kitlesinin kadınlar olması, var olan yayıncılığı ve topluma etkisini konuştuk.   ‘İdeolojik aygıt olarak kullanılıyor’   Türkiye'de iktidara göre şekillenen bir ana akım/havuz medyası olduğunu belirten Hicran, söz konusu medyanın iktidarın yürüttüğü politikalara göre dilini, akışını ve duruşunu belirlediğini vurguladı. Mevcut iktidarın da ayrımcılık ve kaosun her türlüsünden beslendiğini dile getiren Hicran, “Bu, AKP öncesi iktidarlar için de geçerliydi fakat AKP iktidarı bunu çok daha açıktan ve derinleştirerek yapıyor. Dolayısıyla medya da bunun hem en önemli sürdürücüsü hem de yeniden üretici olarak, yayınlarında cinsiyetçi, ırkçı ve nefret içeren söylemleri kullanmaktan çekinmiyor. Özcesi iktidar kadın düşmanı, ırkçı bir toplum şekillenmesi istiyor bunun en önemli ideolojik aygıtı olarak da medyayı kullanıyor” dedi.   ‘Sorgulanan, suçlanan ve yargılanan hep kadın’   Söz konusu programlarda teşhir edilen, hedef gösterilen ve hayatları sorgulanan kesimlerin kadınlar olmasına değinen Hicran, kadın örgütleri ve özgür basının özellikle kadın katliamları, şiddet gören kadınlar veya çocuk istismarı haberlerinde “nasıl bir dil ve nasıl bir bakış açısı” olması gerektiğine dair önemli işler başardığını söyledi. Hicran, “Bu anlamda önemli gelişmeler de kaydedildi. Fakat söylediğim gibi AKP iktidarı ile birlikte daha da derinleşen kadın düşmanlığı her alanda olduğu gibi medya alanında da kadınların kazanımlarını gasp etti. Tekeline aldığı medyanın bugün çok daha fazla kadın düşmanı bir yerden yayın yaptığını görebiliyoruz. Tabi bu kadın düşmanı söylemler ilk siyaset ile başladı iktidarın erkek dili ve bakışı medyaya sirayet etti. Bir zincir gibi; iktidar erkekleştikçe medya erkekleşti, sokak erkekleşti. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı yerini ‘fıtrat’a bıraktı. Bu nedenle sorgulanan, yargılanan ve suçlanan hep kadın oluyor” ifadelerini kullandı.   ‘Yanlış mecra yeni mağduriyetlere yol açıyor’   Özellikle programların kadınlara hitap etmesini “kendini anlatma ve bir yardım çığlığı” sözleriyle değerlendiren Hicran, her gün ortalama 3 kadının katledildiği, onlarca kadının erkek şiddetinin farklı türlerine maruz kaldığı bir ülkede kadınların yardım çığlıklarının yanlış mecralarda yeni mağduriyetlere yol açtığına işaret etti. “Halbuki amasız, fakatsız, gerekçelere sığınmadan kadına yönelik şiddete dur diyebilmeliyiz” diyen Hicran, kadınların önce neden kolluğa veya yargıya değil de söz konusu programlara başvurma ihtiyacı duyulduğunun sorgulanması gerektiğinin altını çizdi.   Programlar da aynı mesajı veriyor: Kocandır yapar   Kadınların devlete ve kurumlarına güvenmediğini vurgulayan Hicran, “Korunmayacağını, şiddet gördüğü eve tekrar gönderileceğini ve öldürülebileceğini biliyor. İkinci olarak da bir farkındalık oluşmadığı için kadın örgütlerine başvuracak bir mekanizmadan ya haberdar olamıyor ya da çekiniyor. Fakat ne yazık ki başvurduğu bu programlarda da tıpkı kolluk veya yargının yaptığı gibi yargılayan, ‘kocandır yapar’ yaklaşımlarından farklı bir durumla karşılaşmıyor” şeklinde konuştu.   ‘Kadınlar magazinsel bir figür haline geliyor’   Gündüz kuşağı programlarında toplumun gündemine taşınan olgunun erkek şiddeti değil, kadınların hayatı, yaşam biçimleri hatta saat kaçta nerede oldukları, ne giydikleri olduğunu dile getiren Hicran, “Bunun altını çizerek söylemek gerekir; yaşanan şey erkek şiddeti. Bunun adını böyle koymadığınız zaman da haberlerinizi failler üzerinden değil kadınlar üzerinden kurguluyorsunuz. Dolayısıyla kadın aslında orada kadın bir nesne ve magazinsel bir figür haline geliyor” diye belirtti.   ‘Her alanda toplumsal cinsiyet eğitimi gerekli’   Programlarda uzman diye yer alan konukların tavırları ve tespitlerine ilişkin de konuşan Hicran, sözlerine şöyle devam etti: “Aslında hangi alanda çalışıyor olursanız olun; gazeteci, savcı, kolluk ya da psikiyatrist hatta ilkokul eğitiminden başlayarak belli bir toplumsal cinsiyet eğitiminden geçmeniz, bir farkındalığınızın olması gerekir. Fakat Türkiye'de bunun tam tersi, ilkokul eğitiminden başlayarak bu topluma empoze edilen şey kadının ikincil olduğu ve ataerkillik. Bir de kendi alanına bakmaksızın herkesin her konuda fikrinin olduğu bir ülke, bir anlamda ‘fikri yok, zikri var’ toplumu, bu alanda belli bir denetim mekanizması da olmayınca bu cinsiyetçi sisteme herkes, her meslek kolayca eklemlenebiliyor.”   ‘Toplum mühendisliğinin bir parçası’   Öncelikle gündüz kuşağı programlarının televizyon yayıncılığının bir ihtiyacı ve gerçekliği olduğunu söyleyen sosyolog Dilan ise yıllardır, tanışma, evlendirme, gözetleme, kayıp bulma gibi konularla format değiştirip üç aşağı beş yukarı benzer izleyici kitlesini hedef alarak hemen hemen tüm ulusal kanallarda yayınların yapıldığını anımsattı. Program formatının doğrudan doğruya ırkçılık inşa ettiği söylenemese de toplum mühendisliğinin bir parçası olarak ulusal medyanın kendisinin iktidar güdümlü ve ötekileştiren özellikler barındırdığını söyleyen Dilan, “Yani bu problem ne tek başına gündüz kuşağı sorunu ne de Didem Arslan gafı değildir” dedi.   ‘Ötekileştirme çabası güdülüyor’   Sunucu Didem Arslan’ın ‘biz de anlayalım, doğu dili bilmiyoruz’ gibi ötekileştirici cümleler sarf ederek programa katılan ve Kürtçe konuşan kadını yayından aldığını anımsatan Dilan, bu söylemin dahi altında hem bilgi kirliliği hem ötekileştirmenin olduğunu kaydetti. Dilan, Kürtçe üzerinden yürütülen ırkçılığa dair de şu tespitte bulundu: “Doğu dillerinden kasıt, Arap, Fars, Hint, Japon, Kore Dili ve hatta Türkçe gibi dillerdir. Ancak Kürtçe Hint-Avrupa dil ailesine bağlı bir dildir doğrudan doğu dili diye tasvir edilmesinden de Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasının doğusunun kastedilerek ayrı bir ötekileştirme çabası güdüldüğünü düşünüyorum. Topluma böylece, Kürtçenin kötü-ilkel ve ‘Doğunun dili’ ,Türkçenin ise iyi-modern ve batının dili olduğu düşüncesi aşılanmaktadır. Ne yazık ki programa bağlanan kişi İngilizce, Almanca vb ‘batı dillerinden’ birini konuşuyor olsaydı mutlaka tercüman bulunur, dili çevirmek için gerekli hassasiyet gösterilir, biz anlamıyoruz demek yerine aaa ne kadar sevimli ne de güzel dil biliyor diye espriler çevrilir, program tatlılıkla devam ederdi.“   Gündüz kuşağı neden kadınlara hitap ediyor?   Özellikle kadınların bu tarz programları sıklıkla izlemesinin nedenlerinden birinin kadınların kamusal alanın dışına itilmesi olduğunu söyleyen Dilan, kadınların üretim sürecinden uzak, istihdam dışı bırakılarak gündüz kuşağı saatlerinde evde bulunuyor olmasının potansiyel izleyici haline gelmesine sebep olduğuna dikkat çekti. Öte yandan TV’de kanal kontrolünü elinde bulunduran erkeğin o saatlerde evde olmamasından ötürü kadınların özgürce program seçimi yapabildiği saatlere denk geldiği için bu tarz programları sıklıkla izlendiğini dillendiren Dilan, şu sözleri kullandı:  “Üçüncü bir sebep kadınların bu programları izledikten sonra ortak bir konu olarak bu programlar üzerinden sosyalleşebiliyor olması. Bu tarz bir sosyalleşme ancak dedikodu kültürünü geliştirir ve kadınları entelektüel hayatın dışına iter. Bu gibi programların konsepti gereği, heyecanı ve dozu aktif tutabilmek için genelde klişe ve cinsiyetçi konular ele alınıp, cinsiyetçi dil kullanılmaktadır. Elbette ki  bu konuların gündemde tutulması ve kullanılan dilin cinsiyetçi olması hem mevcut olan toplumsal travmayı canlı tutarken hem de cinsiyetçi dilin oturmasına ve kuşaklar arası aktarımına sebebiyet verir. Bu durum da toplumsal cinsiyet temelli sorunları daha komplike hale getirir.”   ‘Şiddet kişilerin gerçekliği haline dönüşür’   Gündüz kuşağı programlarının formatlarının yarattığı etkilerden biri de toplumsal alan içindeki düşmanlıkları ve öfkeyi domine etmesi. Televizyonda sunulanlar çoğunlukla “gerçek” gibi algılanıp, kabul ediliyor. Bu durumun cinsiyetçi dil ve söylemin yanı sıra şiddet de barındırdığını ve bu şiddetin dozunun giderek arttığını söyleyen Dilan, “Şiddet içerikli programların izleyicisi olan kitle, bir süre sonra gerçek ve kurguyu karıştırmaya başlarsa şiddet bu kişilerin gerçekliği haline dönüşebilir ve içinden çıkılmaz bir şiddet sarmalı oluşabilir. Böylece kendimizi toplumsal şiddet sarmalının içinde bulabiliriz. Ayrıca burada şiddetin yanı sıra, ana sorunun ayrımcı dil ve ötekileştirme olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Ek olarak, özel yaşamın sıklıkla ihlal ediliyor olması ve yargının işini medyanın yapıyor gibi görünmesi de başkaca sorunlara sebep olabilir” ifadelerini kullandı.   ‘Sosyalleştirmek yerine asosyal ve gelenekçi yapıyor’   Gününün neredeyse tamamını ev içinde, kamusal alandan uzak geçiren kadınların bu programları ve konularını kendilerine sosyalleşme aracı edinmesinin doğal olduğunu ifade eden Dilan, “Çoğu kadının dış dünyaya ulaşmakta neredeyse başka bir araca sahip olmadığı düşünülünce, özellikle erkeğin ve çocukların evde olmadığı saatlerde TV izlemek kadın açısından alternatifsiz bir aktivite olarak ortaya çıkmaktadır. Tabii formatın kendisi ve dili gerçekte kadınları sosyalleştirmek yerine aksine asosyal ve gelenekçi kılmaktadır” diye belirtti.   ‘Tek tip ve klişe yargılar sosyal yaşamın doğasına aykırı’   Klişe yargıların tek tipleşmenin ve tek ideolojinin esas alındığı programların sosyal yaşamın doğasına aykırı olduğuna işaret eden Dilan, “Hayatın tüm alanlarında çeşitliliği sağlamak ve savunmak insanın doğasına ve sosyolojisine daha uygun bir tavırdır. İnsan bu denli renksiz, düz ve mekanik bir varlık değildir. Milyonlarca düşünceyle, yüzlerce dille bezeli gelişmiş ve toplumlaşmış bir varlık için bu kadar ‘TEK’ fazladır.  Her şeyin tek, tek, tek olduğu bir hayatta nitelikli, gelişmiş, ilerici bireyden ve de sosyolojiden bahsetmek mümkün olamaz” diye konuştu.