Handan Koç: O gün üç politik eğilime meydan okundu 2020-11-25 09:07:10   Habibe Eren   ANKARA - “Dayağa Karşı Yürüyüş”ü büyük kılan durumun bağımsız bir feminist kopuş ilanı olduğunu söyleyen feminist yazar Handan Koç, “Dayağa Karşı Kampanya” ,yavaş yavaş bir “hareket” haline gelmeye başlamış olan kadınların ikinci kampanyasıdır. Bu yürüyüşte bir araya gelen dinamikleri düşünürsek, 1980 öncesi devrimci hareketlerden kadınları,  daha eski kuşak 12 Mart’ı yaşamış kadınları, Kadınca Dergisi’ni okuyan kadınları, o yıllarda açlık grevi gibi eylemlerle seslerini duyurmaya çalışan eşcinsel ve trans kadınları görüyor oluruz” dedi.   17 Mayıs 1987’de Türkiye’de kadınlar ilk kez “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” adı altında  kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirdi. Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi hakimi Mustafa Durmuş’un bir kadının boşanma talebini "Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!" diyerek reddetmesinin ortaya çıkmasının ardından, kadınlar önce protesto telgrafları çekmiş, toplu olarak adliyelere gidip dava dilekçeleri vermiş, en sonunda da dayağa karşı yürüyüşü örgütlemişlerdi.   “Dayağın Çıktığı Cenneti İstemiyoruz”, “Haklı Dayak Yoktur”, “Dayak Aileden Çıkmadır” sloganlarıyla İstanbul Kadıköy İskelesi’nde buluşan kadınlar, Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptı. Türkiye’de feminist hareket için bir dönüm noktası olarak görülen yürüyüşün ardından otuz üç yıl geçti. “Dayağa Karşı Yürüyüş” şiddetin kamusal alanda da görünür olmasını sağlarken, feminist çevrelerin eylemselliklerini arttırdığı yeni bir süreci de başlattı.   Yürüyüşten sonra Mor Çatı kuruldu, sığınaklar kurultayı düzenlenmeye başladı. Kadınlar, dayanışma ve şiddete karşı mücadele yöntemleri açısından birçok deneyim biriktirdi. Kadınların mücadelesi yasal düzenlemelere de yansıdı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle kadın mücadelesinde önemli bir adım olan yürüyüşü örgütleyen kadınlardan feminist ve yazar Handan Koç ile yürüyüşü ve kadınların mücadelesine nasıl bir soluk getirdiğini konuştuk.   * 17 Mayıs 1987’de darbeden sonra yapılan ilk yasal yürüyüş olan “Dayağa Karşı Yürüyüş” Türkiye feminist hareketi için çıkış noktası olarak görülüyor. Bu yürüyüş nasıl organize edildi, o gün ki atmosfer nasıldı, yürüyüş öncesi hangi tartışmalar yürütülüyordu?   “Dayağa Karşı Yürüyüş”, feministlerin ilk sokak eylemi olduğu için çok önemli elbette. Yine de hareket için çıkış noktası demek bazı açılardan doğru olmaz. Yani 87 Mayısı’nın öncesinde bugün nasıl desem muazzam ve radikal bir fikir atılımı olmamış olsaydı, sadece İstanbul’da değil başka yerlerde de pek çok kadın politik,  ideolojik ve kültürel bir tezi uzun bir süredir örmemiş olsaydı, bu mitingin bu kadar etkili sonuçları olmazdı belki. Yürüyüşten önce ilk feminist yayınevi olan Kadın Çevresi’nin dört kitabı yayınlanmıştı. Bu kitapların çevirisi, yayına hazırlığı ve basımı sadece kadınlar tarafından yapılmıştı. Kitapların ilanını 8 Mart 1987’de yayınlanan Feminist Dergisi’nin kapağında görebiliyoruz: “Feminizm, Kadınlık Durumu, Ben Bir Feministim ve Evlilik Mahkumları”…Daha eski yıllara gidilirse 1978’de yayınlanmaya başlayan Kadınca Dergisi ve okurları ile karşılaşabiliriz. Bence pek çok kadın dinamiği birleşip bir yürüyüş ile kendini gösterdi. Ayrıca 1987 yılı Türkiye politik tarihinde önemli bir yıl. O yıl 1 Mayıs, 8-9 yıllık bir aradan sonra kapalı bir salon toplantısında, Emek Sineması’nda kutlanmıştı. Bu salonun kürsüsüne o sırada açlık grevinde olan bir grup eşcinselin duyurusunu iletmiştik ve okunmamıştı, bunu unutmam. İstanbul’da iki yıl sonra 1989’da 1 Mayıs’ta M. Akif  Dalcı öldürülecekti.  Bunu şunun için söylüyorum, 12 Eylül büyük bir baskı rejimi yaratmıştı. Ama cezaevinde, dışarıda ve yurt dışında bu baskıdan etkilenen her kesimin bir nefes arayışı vardı. Bugün bu yürüyüşe katılan bazı arkadaşlarıma ulaştım. Ne geliyor aklınıza o günü düşününce ?,diye sordum. Pek çok şey hatırladık. Nur, “12 Eylül, darbeden sonra tek başımıza kaldığımız can dostumuza sokakta merhaba diyemediğimiz,  kaçak yaşadığımız günler. İçimiz kurumuştu. Binlerce kadın yan yana yürümek çok iyi gelmişti. Çiçek açmıştık tekrar” diye yazdı. Bu his önemlidir. Yürüyüşün önemli yanı bir iddiayı, bir davayı ortaya koyması oldu.   “Dayağa Karşı Kampanya” ,yavaş yavaş bir “hareket” haline gelmeye başlamış olan kadınların ikinci kampanyasıdır. Bu yürüyüşte bir araya gelen dinamikleri düşünürsek, 1980 öncesi devrimci hareketlerden kadınları,  daha eski kuşak 12 Mart’ı yaşamış kadınları, Kadınca Dergisi’ni okuyan kadınları, o yıllarda açlık grevi gibi eylemlerle seslerini duyurmaya çalışan eşcinsel ve trans kadınları görüyor oluruz. Burada şu önemli; bu kadınlar tüm toplumun dertlerine değil, başkaları namına değil kendi dertlerine deva aramak, hayatlarını değiştirmek ve dolayısıyla değişim yaratmak üzere bir araya geliyorlar. Yani yola kendilerinden evde ve ev dışında yaşadıklarından çıkıyorlar. Nitekim o yılların sloganlarından biri "Hayatımızı Değiştirelim" di. Aynı zamanda dertlerimizden de bir arada olarak kurtulabileceğimizi iddia etmek üzere herkese sesleniyor olmuştuk. “Haydi kadınlar  dayağa karşı dayanışmaya” diye.  Bir miting yapınca ne oldu, dost düşman, pankartı, dövizi, sembolü, kürsüsü olan bir davamız bir iddiamız olduğunu gördü. İşin ilginci bizlerde kendimizi böyle bir politik özne olarak sınamış ve kendimizi fark etmiş olduk.    “Kadınların kocalarından, sevgililerinden dayak yemesine ve bunu sınıfsal olmayan sebeplerine kör kalan bir solculuk, kadın vatandaşlarının canını korumayan bir devlet ve kadın hak ediyorsa dayak yemesi evladır diyen bir dinle işimiz yok demiş olduk bana kalırsa.”   * Yürüyüşe katılım çok iyiydi. Bu ilgiyi bekliyor muydunuz? Öte yandan o süreçte sol yapılar içinde olan kadınlar nasıl bir mücadele veriyordu?   Birçoğumuz bu yürüyüşü yapabilmeyi çok istiyorduk. Yürüyüşün Anneler Günü’ne denk gelmesini istemiştik. Erkek-egemen ikiyüzlülüğü teşhir etmek ve bir hakime “kadının sırtını sopasız karnını sıpasız bırakmak olmaz” dedirten hukuk sistemine öfkemizi göstermek, başka kadınlara sesimizi duyurmak istiyorduk. Pek çok şey yapılıyordu, miting de bunlardan bir tanesi olacaktı. Bu söyleşi öncesi bu yürüyüşte birlikte olduğumuz bazı kadın arkadaşlarıma, neler geliyor aklınıza o günden ve öncesinden?, diye sordum.Dedim ya toplantılarda ısrarla “Ya çok az gelen olursa yapmayalım” dediği için hâlâ içlenenimiz var. Yürüyüş öncesi ve sonrasında bugünden algılanması zor olan duygular yaşamıştık kalabalığı görünce. Ama tarihsel olarak çok kalabalık bir miting değildi. 1978 yılında yapılan “Evlat Acısına Son” Mitingi’nde 200 bin kadının yürüdüğü söylenir.”Dayağa Karşı Yürüyüş”te ise 2 bin kişi vardı. Benim düşünceme göre bu yürüyüşü büyük kılan bağımsız bir feminist kopuş ilanı olmasıdır. Yani şöyle düşünüyorum o gün üç politik ideolojik eğilime meydan okundu: “En yakınımızdaki sosyalist veya devrimci-demokrat akımdan, Türkiye’nin kurucu cumhuriyetçi  -eşitlikçi rejim ideolojisinden ve yerleşik örf-töre-din eksenli erkek egemen ahlakından kopuyoruz “dedi, kadınlar. Bunun gerekçesi yaşamsaldı. Kadınların kocalarından, sevgililerinden dayak yemesine ve bunu sınıfsal olmayan sebeplerine kör kalan bir solculuk, kadın vatandaşlarının canını korumayan bir devlet ve kadın hak ediyorsa dayak yemesi evladır diyen bir dinle işimiz yok demiş olduk bana kalırsa.   * Yürüyüş, sonrası için kadınlara nasıl bir alan açtı.  Özellikle bu süreçte feminist kadın hareketi neleri başardı?   Feminist olmak her şeyden önce kendini değiştirmekle ilgili bir şey. Bu tek başına olurmuş gibi sanılsa da değil. “Dayağa Karşı Kampanya”nın ve “Yürüyüş”ün hazırlıkları sırasında hem çocuğuna bakan, hem seramikten feminalar yapan arkadaşımız bugün dedi ki benim kızım o ara feministleri pek sevmezdi. Çünkü ev hep onlarla dolu. ‘Hep toplantıdasınız’ diye sitem eden çocuklar, kocalar, bayramda, seyranda sadece aranan anne babalar, ihmal edilen sevgililer filan söz konusuydu. Bu süreç evlere doluşarak, ama erkeklerin olmadığı, alınmadığı, odalarda salonlarda yaşanmıştı. Yani değişimin sadece sokağa çıkmakla olmadığını deneyimlemiş bir feministim. Neler yaşadığımızı hissettiğimizi birbirimizi yargılamadan değişmek için konuşmak dönüştürücü olandı. Bağıra çağıra yapılan toplantılar, gözyaşları ve kahkahalar hatırlıyoruz hepimiz. Bugünden önemli bir fark da tanımlı ideolojik tartışmalara ve analizlere verilen önem ayrılan zamandır. Kadınların ezilmesi, sömürülmesi ve bunun erkek egemen sistemle kapitalizmle ilişkisini, yaşadığımız toplumun özelliklerini anlamak, dünyadaki feminist tartışmaları değerlendirmek için çok kafa patlatılırdı.     Yürüyüşe dönecek olursak 80 öncesi pek çok politik aksiyon ve faaliyet içinde yer almış olanlarımız vardı ama ilk defa kendi mitingimiz için kendimiz izin alıyor olduk. Bu bambaşka bir güven veriyordu. Yoğurtçu Parkı’na giderken yolu tutan bir polis ‘biz sizin güvenliğiniz için buradayız’ deyince,’ biz kendi güvenliğimizi alırız’ demiştik diye hatırladı bir arkadaşımız yine bugün. Bildiğim kadarı ile konuşmacılardan sadece Şirin Tekeli’nin daha önce kalabalığa karşı konuşmuşluğu vardı. O da açık alanda bir kürsüden bir miting kalabalığına değildi. O arada polisler bütün konuşmacıların isim ve bilgilerini almıştı önceden. O gün alavere dalavere bir trans arkadaşı da konuşturmuştu arkadaşlar.  İki trans-kadın kürsüye çıkarılmış,  biri de kendilerini anlatan bir konuşma yapmıştı kaşla göz arasında.   Bunu şunun için söylüyorum; miting katılanları da değiştirip güçlendiren bir örgütlenme tarzına sahip olduğu için büyük bir deneyimdi. Komşusunu çağıranlar,  mahallesinden eski örgütlenme bağları ile bu mitinge sempati duyan kadınları çağıranlar, ait oldukları sol grubun gözü üzerinde kadınlar olarak hep birlikte yürüyüşe gelenler, arkada yer verilen erkeklerle yürüyenler olmuştu. Çiçekçi kadının selamını ve ev pencerelerinden gelen alkışları hatırlıyoruz hepimiz.   Yürüyüşün sonrası için açtığı alan en azından o kuşak için feminizmin iddiası, başkaları adına değil kendi namına yapılan ama kolektif yapılan bir kurtuluş arayışına verdiği cesaretle tanımlanabilir. Burada hedef sokağa çıkmak, polisle dalaşmak, kalabalık görünmek, güzel sloganlar atmak değil birbirimizle ilişkilenmekti. Bu ilişki olmaksızın erkek egemen ön kabullerimizi yıkamazdık.  Bu ön kabulleri yıkmak için düşünsel bir cesarete, yola yordama ihtiyaç vardı. O arayışın gücünü başarı olarak görüyoruz hepimiz.   Feminizmde bence aranan kişisel kurtuluştur. Ama bunun için girilen mikro arayış felsefe, ekonomi, siyaset, toplumbilim ve sanatın dâhil olduğu pek çok insanlık bilgisinin duvarlarına çarpar. Bir kız bebek olarak doğuşumuzla başlayan, saçımız, göğsümüz, bacağımız, bekâretimiz, anne olup olmamamız, kendi mülkümüze paramıza sahip kılınmayışımız; doğurmak isteyip istememize karışılması,kadın olduğumuz için daha az para kazanmak zorunda bırakılmamız, evde boğaz tokluğuna çalışmamızın yüceltilmesi, güzel olduğumuz için suçlanmamız, güzel olamadığımız için hor görülmemiz,kendimizi suçlayıp durmanın bize normal gelmesi filan diye ilerleyince, değişmek için tüm toplumu değişime zorlamaya varan, bir büyük davaya, makro bir alana varılıyor. Feminizmin eşsiz teorik konusu kadın olarak varoluşumuzu yeniden düzenlemenin alanının çok katmanlı olmasıdır. Açılan hala yürünen değişim yolu böyle bir şey işte bence.   “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü’nün talebi, kadın sığınaklarının açılmasıydı. Bu o yıllarda dünya için oldukça yeni bizim ülkemizde de ilk defa politik talep olarak ortaya konan bir şeydi.”     * Bugüne dönecek olursak şu anki kadın hareketinin mevcut durumu nasıl görüyorsunuz?   Arada 33 yıl var. Ben en fazla kampanyanın konusunda kalarak, on yıl sonrasına gideyim izninle. “Kadın Hareketi”nin ilk kampanyası 1985 yılında hareketin, uluslararası bir kazanımı olan "Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi"nin kabulü için açılmıştı. Sevgili Şirin Tekeli’nin eşsiz öncülüğünü anmamız gerekir. Bu sözleşmenin, bir diğer deyişle CEDAW’ın Türkiye tarafında kabulü bir mücadele sonucu oldu.  Bazı hukuksal reformlar gerçekleşti. “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü’nün talebi, kadın sığınaklarının açılmasıydı. Bu o yıllarda dünya için oldukça yeni bizim ülkemizde de ilk defa politik talep olarak ortaya konan bir şeydi.  Mor Çatı ve 1998 yılında 21 -22 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da ilk defa düzenlenen Kadın Sığınakları Kurultayı bu davayı bugüne taşıyor.   “ Dayağa Karşı Yürüyüş” öncesi bizler, her birimizin yakınımız erkeklerden şiddet görebileceğini fark etmiş, deneyimlerimizi paylaşmış, dehşete düşmüş ve düşüncelerimizi duygularımızı paylaşmıştık. Ben bu kampanya çalışmaları dışında bu alanda çalışmadım. Ev içi şiddet alanında çalışma yapanların tanıklık ettikleri gerçekler, toplumun köklü bir değişime uğramasının şart olduğunu ortaya koyuyor. Uluslararası veya ulusal kurumlar, parti veya yazarlar dönem dönem kadınların ev içinde gördükleri şiddete karşı atak olabiliyorlar. Bu olumlu bir şey. Ama şu var; bu konunun görünmez kahramanları var ki onlar kadınlığın gerçek kahramanlarıdır. Geceleri gelen telefonlara bakanlar, kucakta çocuk çalınan kapıları açanlar, karakola giderken eşlik edenler, mahkememleler gönüllü takip edenler… Bu mor bir kadın ordusudur. Bazen daha kuvvetli olur bazen kuvvetsiz ama vardır. Bu sadece Türkiye için değil bütün ülkeler için böyle.   * AKP hükümeti boyunca kadına yönelik, şiddet, taciz, tecavüz ve kadın katliamında ciddi bir artış yaşanıyor. Var olan şiddet bugün artık kadını yok etmeye dönüştü,  bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?   Bugün burjuva ve erkek eğmen hukukun da uygulanmadığı bir keyfi idare ve kapitalist kaos ortamında yaşıyoruz. Yani kaos çok doğru bir tanım değil ama şöyle diyeyim: “Sermaye sahiplerinin ittifaklarına dayalı, oligarşik yönetimler altında yaşanıyor ve sosyal devlet düzeni artık tamamen yok edilmiş durumda.  Bu yoksullar, ezilenler ve sömürülenler için ve tabii kadınlar için kaos anlamına geliyor. AKP, her türlü eşitliğe karşı olan ideolojik politik köklü bir yapı. Ne yazıktır ki oldukça büyük bir kadın desteği alan bir parti. Demek ki bu ülkede bir şeyleri fena atladık ve başarısız olduk ki bu kadın düşmanları bu kadar güçlendi.”   *OHAL döneminde, sonrasında ve demokratik eylemlerin yasaklandığı bugünde de sürekli sokakları kullanan kesim kadınlar oluyor. Bu refleksi nasıl açıklarsınız?   Aslında  senin sorunun içinde cevap gizli. Bu büyük bir refleks. Çünkü kadınların içinde örgütlü olduğu ya da yakın olduğu gruplar duygusal bir reflekse sahip değil gibi geliyor bana. Bir de şöyle bir şey var on sekiz yıldır iktidarda olan AKP hükümeti geldiği günden itibaren politik- entelektüel çevrelerce çok analiz edildi. Bu analizlerin yarattığı bazı oto sansürler var. Oysa gönül rahatlığı ile ‘sevmiyoruz, istemiyoruz bu iktidarı’ denilen Gezi pratiğine benzer bir duygu taşıyor feministlerin  sokak eylemleri. O yüzden çekici ve etkileyici oluyor.