Aslı Doğan: Toplumsal direniş kendisini hiç olmadığı kadar dayatıyordu 2019-07-05 09:07:06   İSTANBUL- İmralı tecridine karşı açlık grevi eylemini ölüm orucuna dönüştüren tutsaklardan Aslı Doğan, 200 günlük direniş sürecini “Yarım yılı aşan bir direniş” diye değerlendirerek, “Dayatılan tüm soykırım uygulamalarına karşı toplumsal direniş ihtiyacı, kendisini hiç olmadığı kadar dayatıyordu” dedi.    Gebze M Tipi Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan Aslı Doğan, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması talebiyle başlatılan ve 200 gün sürdürülen süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine 1 Mart’ta katıldı. 30 Nisan’da ise eylemini bir üst aşamaya taşıyarak ölüm orucuna dönüştüren Aslı, kaleme aldığı mektupta süreci ajansımıza değerlendirdi.   Aslı, değerlendirmesinde şunları ifade etti:    “Bir yılın yarısını geçen ve her an’ı hamle içinde hamle ile canlılık kazanan ve süreklileşen bu tarihi direniş sürecini nasıl ele almak gerek? Heval Leyla Güven’in aldığı kararın ilk an’ın emeği direniş bilincinin refleksi olup, toplumsallaşarak destana dönüştü. Birey birey, grup grup, mekan mekan, çoğalan ve eşsiz ortak uyumun ruhunu oluşturan direnişin gücü, süreli süresiz, fedai eylemler. Dayîkên Laçik Sipî (Beyaz Tülbentli Anneler) Hareketi’nin direnişi sahiplenen, vicdanlı, ısrarlı duruşu ve ölüm orucuyla sonuçlanan büyük bir emek direnişine ulaştı. Tabi her şeyden önce, bu tarihi direnişimizin içine doğduğu zamanın tarihselliğini hatırlatmak ve çok yönlü irdelemeye tabi tutmak da gerekir. Özellikle ‘Tarih şimdidir’in özlü sözünü esas alarak geçmiş ve şimdi arasındaki bağı doğru bir şekilde kurabilirsek bugünün tarihsel direnişine daha iyi anlam vermiş oluruz.   Direniş geleneği özünü ve rengini hep korumayı başardı   Bugün yani şimdi içinde yaşadığımız bu uygarlık kendini üç çekirdek üzerinden filizlendirdi. Bunlar hiyerarşi, iktidar ve devlet kavramlarıdır. Hiyerarşi, hile ve yalanın aklıyla, iktidar; baskı ve zorun öfkesiyle, devlet ise gasp ve sömürü ruhuyla kendilerini toplumun üzerinden yeşerttiler. Her üçünün ortaklaştığı sonuç, dünya üzerinde bitmek bilmeyen savaşın kendisi oldu. Tabi savaş; kirli amaçlarını, kanlı yöntemlerini ve sonsuz araçlarını geliştirdikçe, tüm toplum ve halklarda da ahlaki bunalımlar, ekonomik krizler, ekolojik felaketler ve büyük acıları kat be kat artırmaya başladı. Dünya iki büyük paylaşım savaşının yanında bugün de 3. Dünya Savaşı ile aynı şiddet sömürü, çatışma, sürgün, köksüzlük, tarihsizlik, memnuniyetsizlik ve doymak bilmeyen iktidar hırsını taşkın bir nehir gibi herkesi ve her şeyi önüne katıp sürüklemekte ve savurmakta. Elbette tüm bu savaş tarihi boyunca devletli ve devletsiz haklar her türlü vahşet ve sömürüyle yüz yüze kaldı. Halklar tüm bu yok etme operasyonlarına karşı bazen isyan, bazen ayaklanma ve bazen de uzlaşarak varlıklarını yaşatabildiler. Haklar tüm bu savaş ve egemen güçlere karşı bir bütünen başarılı olmasalar da teslimiyeti kabul etmediler. Direniş geleneğinin tüm bilinciyle kendi olmanın özünü, rengini hep korumayı başardılar. Bunun bir meşru savunma olduğunu, öz savunma refleksi olduğunu hiç unutmadan hep yöntemlerini esnek ve zengin tuttular.   Kürt ve Türk sorunu yıllardır çözümsüzlüğün zeminini aşamamakta   Savaş ve barış denkleminde Kürt ve Türk sorunu yıllardır çözümsüzlüğün zeminini aşamamakta. 1990’lı yıllarla başlayan Kürt özgürlük hareketinin tek taraflı ateşkes arayışları ve Türk Devleti’nin dolaylı ve direkt geliştirdiği kimi temas ve diyaloglar hep sonuçsuz kaldı. Bilindiği gibi yakın bir tarih olan 12 Eylül 2012’de başlatılan açlık grevleri önemli gelişmelerin önünü açmış oldu. Özellikle 3 Ocak 2013 tarihinde direkt Kürt Halk Önderliği’nin muhataplığıyla demokratik çözüm süreci başlatıldı. Kürt Halk Önderliği toplumsal barış iklimini yaratabilmek için demokratik çözüm taslağını üç aşamalı olarak kamuoyuna sundu. Buradaki temel amaç; toplum tarafından daha kolay konuşulacak konuların önce konuşulması ve en zor konuların ise en sona bırakılmasıydı. Demokratik çözüm sürecini ne sadece Türk Devleti’nin inisiyatifine ne de geçici hükümetlerin iktidar insaflarına bırakmamak için toplumun her kesimini aktif bir şekilde katarak, düşüncelerini alarak ve süreci topluma ait kılma iradesini yaratmak istedi. Özellikle toplumda genişleyen demokrasi algısını ve atmosferini hedeflerken devlet zihniyetini de demokrasiye daha duyarlı hale getirmek istedi.   ‘Büyük savaşın büyük barışını yapmak’   Kürt Halk Önderliği’nin ‘Büyük savaşın büyük barışını yapmak’ dediği bu sürece herkesin hazırlıklı, sorumlu, tutarlı ve aktif katılımını hem önemsiyordu hem de beklentisi vardı. Öncelikle, diyalog zemini ile pozitif bir üslupla konuşabilme kültürü, çoğulcu ve demokratik bir siyasetin gücün yaratılmasına ihtiyaç vardı. Türkiye toplumunun ve dünyanın gözü bu sürecin gidişatının üzerindeydi. Taraflardan beklenen her türlü şiddet dilinin dışlanması ve iyi niyet göstergesi olarak karşılıklı alınan kararların yerine getirilme beklentisiydi. Bu sürecin ilk pratik adımları, Kürt Özgürlük Hareketi’nin elindeki esir Türk askerlerini bırakması, Türk tarafı ise cezaevlerindeki hasta tutsakların serbest bırakması olacaktı. Kürt Halk Önderliği, Demokratik çözüm sürecine şüpheci ve takıntılı bir güvenlik yaklaşımıyla bakmadığı için esir askerler bırakıldı. Dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin askeri gücünün geri çekilme kararlarını aldı ve çekildiler. Yine Kürt Özgürlük Hareketi’nin içinden bir barış grubunun Türkiye’ye gelmesini istedi ve geldiler. Türk Devleti tarafı ise cezaevlerindeki hasta tutsakları serbest bırakmadı. Asker yığınağını ve kalekol yapımlarını arttırdı. Bunu protesto eden halka karşı silah kullanıldı. Elbette tüm çözüm süreçlerinin ilk geçiş aşamalarının kolay olmadığını, inişli-çıkışlı olduğu ve devletin güç mantığından hemen taviz vermeyeceği herkesçe bilinen ve tahmin edilen bir gerçeklikti. Devletin herkesten ve her şeyden üstün olma gibi çok kaygılı ve şüpheli psikolojisi var. En çok da böyle barışın kendini var etmek istediği zaman aralıklarından kendine karşı güvensizleşir ve çatışma ruh hallerini en üst düzeyde dayatır. Halbuki taraflar arasındaki dilin pozitif, negatif düzeyi alınan kararların yerine getirmedeki iradi duruş, çözüm sürecine duyulan iyi niyetin göstergesidir. Tabi Türk tarafının oyalayan duruşu, taviz koparan arayışı ve kararının ruh hali taraflar arasındaki iletişimi zayıflattığı gibi, toplumunda oluşan motivasyonunun dağılmasına neden oldu. Her şeye rağmen sivil toplum kuruluşları siyasi partiler, kadın örgütleri, akademik çevreler, yazarlar, sanatçılar, dernekler ve toplumun her kesimin sürece direkt katılabilmesi için çok çabalar verildi. Çünkü sürecin eksiklik ve yanlışlıkları hakkında tarafları eleştiren, gerekli hallerde kamuoyunu bilgilendiren, yaptırım gücü olabilen, objektif davranabilen, demokratik siyaset bilinci ve sorumluluğuyla katılma ihtiyacı vardı ve sürecin gidişatı için oldukça önemliydi.    Devlet diyalog değil ‘çöktürmeyi’ tercih etti    Özellikle bunun daha yöntemli olması için Kürt Hak Önderi’nin önerisi ve devlet heyetinin kabulü ile Türkiye’nin 7 bölgesi için, toplumun önde gelen ve vicdanına hitap eden siyasetçilerden oluşan Akil İnsanlar Heyeti kuruldu. Heyetin oluşumunda devletin kendine yakın isimleri belirlemesine rağmen Kürt Halk Önderi hem kendi halkını demokratik sürece hazırlama hem de çözüm sürecinin yelpazesini geniş tutmak için dört parça için konferanslar önerdi ve gerçekleştirildi. Bu konferansların amacı; tarihsel ve güncel değerlendirmelerin yapılması sürecin sorumlulukla sahiplenilmesi, gidişata yönelik eleştiri, öneri ve kararlarla demokratik bir toplumun ve duyarlılığın gerçekleşmesini sağlamaktı. Bilindiği gibi bu sürecin son perdesi Dolmabahçe Sarayı’nda her iki tarafın kamuoyuna sunduğu çözüm deklarasyonu ve sonrasında Türk Devleti tarafından inkar edilmesiyle derin bir çıkmaza girdi. Bu yaklaşımların toplumdaki karşılığı gerginliği ve güvensizliği yeniden hortlatıldı. Devlet, topyekun bir saldırı hazırlığıyla ‘Çöktürme planı’nı devreye koyarak toplumsal barış yerine savaşta ısrarını ilan etti.   ‘Çöktürme planı’ Kürt halkını topyekun bitirme ve teslim almayı hedeflemişti. Kürt halkının elindeki kazanımları en son zerresine kadar almaya yeminliydiler.   Yarım yılı aşan bir direniş   Cizre, Nusaybin, Sur’u yer yüzünde silmek için koca devlet savaş imkanlarının hepsini kullandı. Dünyanın hiçbir müdahale etmeden izlediği ‘bitirme savaşı’nda, Kürt halkı hiç olmadığı kadar bir yalnızlığı yaşadı. Tüm bu yaklaşımlara karşı Kürdün direnme iradesi tarihin en kudretli sayfalarında da yerini aldı. KCK operasyonlarıyla halkın seçilmiş iradeleri tutuklanıp cezaevlerine konuldu. Hiç yoktan belediyelere kayyumlar atandı ve belediye başkanları cezaevlerine alındı. Kadın kurumları ve dernekler kapatıldı. Kürtçe tabelalar kaldırıldı, anıtlar ve heykeller yok edildi. Mezarlardan cenazeler çıkarıldı hiç bilinmeyen morglara kaldırıldı. Mezarlar yok edildi. Ölülerin yıkanmasına ve gündüz gömülmelerine izin verilmedi. Toplum üzerinde oluşturulan korku ve baskı adeta kımıldamaya izin vermiyordu. Kara ve hava operasyonların zaten hiç sonu gelmedi. Tüm bu kuşatmanın içinde İmralı’da oluşturulan tecrit içinde tecrit, soykırımın kendisini en çok dayattığı politikaların merkezi konumundaydı. İmralı’nın bunca zaman sessizlik çemberine alınması, unutturulmak istenmesi, çok keyfi ve siyasi yaklaşımlara karşı artık bir hakikat kendini dayatıyordu. Aslında tarihin hiçbir döneminde biz Kürtlere önderleriyle doyasıya yaşama fırsatı verilmedi. Katledildiler, komplolara uğradılar ve idam edildiler. Bugün de Önderliğimiz tecrit içinde tecritte tutulmakta. Kürt halkına yeni bir ruh, düşünce yaşam anlayışını getiren O’dur. Kürdün maruz kaldığı suçlamaları ve iftiraları ortadan kaldıran, kimliğini dünyaya duyuran odur. Bu coğrafyada yaşaman ruhunu veren eşsiz bir insanlık emekçisidir. Böyle bir öndere sahip olmak, şansların en değerlisidir. Tecrit içinde tecritte tutulmasına artık hiçbir şekilde izin vermemeliyiz. Artık ondan ayrı kalmak bize göre değil. Keyfi ve siyasi olarak oluşturulan İmralı hukukunu ortadan kaldırmak ve dayatılan tüm soykırım uygulamalarına karşı toplumsal direniş ihtiyacı kendisini hiç olmadığı kadar dayatıyordu.    İşte tüm bu özetlemeye ve altını çizmeye çalıştığım tarihsel gerçeklik içinde direnişimiz başladı. Yarım yılı aşan bir direniştir. Herkes bilinci ve düşüncesi ve emeği oranında direnişi büyüttü. Ne olursa olsun mutlaka bu lanetli tecridi kırmaya dönük başarma ısrarımız çok büyüktü. Moral ve maneviyatın yarattığı ruh, direnişe coşku oluyordu. Faşizmin katılığı karşısında mutlaka başaracağımızın inancını hep diri tuttuk. Bugünkü direnişimizin moral kaynağı Amed büyük zindan direnişi geleneğidir. Büyük Ölüm Orucu direnişinin kazanımları kendisiyle 15 Ağustos atılımını başlattı. Bu atılım direniş ve dirilişin hayat bulduğu bir tarihselliği yarattı. Bu tarihsellik bize mutlaka kazanacağımızı söylüyor. Yeter ki kazanmanın cesaretini, ısrarını ve mücadelesini verelim. Bu yönlü büyük bir beklenti içinde olduğumuzu da belirtmek istiyorum.   Yine çok büyük direnişlerin sahibiyiz   ‘Çöktürme planı’ gibi topyekun bir kırımın sonucunda yine çok büyük direnişlerin sahibiyiz. Bunun ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu bu son tarihi direnişle bir daha kanıtladık. Tüm savaş yöntemlerine karşı, keskin iradeye sahip olmak onur verici ve güzel bir duygu. Amed zindan direnişine denk bir şekilde başaracağımızın umudunu yaşadığımı ifade etmek isterim.”