Açlık grevi eylemcisi Şadiye Manap: Halkların Sayın Öcalan’a ihtiyacı var 2019-05-23 11:03:47   Rengin Azizoğlu   DİYARBAKIR - Gebze Cezaevi’nde 2 Şubat’tan bu yana açlık grevinde olan Şadiye Manap, bir ülkede demokrasi mücadelesinin asla açlık grevi eylemini gerektirmemesi gerektiğini belirterek, “Eğer bugün dünyada, Ortadoğu ve Türkiye’de Kürtler direniş için açlık grevi yapıyorsa bu zulmün düzeyini gösterir. Sayın Öcalan’ın özgürlüğünde ısrar ediyoruz, zira halkların, ezilenlerin, kadınların, gençlerin ekmek ve sudan daha fazla ona ihtiyacı var” dedi.   PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması talebiyle Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili Leyla Güven'in başlattığı açlık grevi 197’nci gününde sürerken, 1 Mart'tan itibaren eyleme katılan tutsak sayısı 7 bini aştı. Ayrıca 30 Nisan’da başlatılan ölüm orucu eylemi 24’üncü, 10 Mayıs’ta başlatılan ikinci grubun eylemi ise 14’üncü gününde.    Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’nde bulunan 27 yıllık tutsak Şadiye Manap da tecride karşı 2 Şubat’tan bu yana süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde. Şadiye Manap, sürece ve taleplerine dair sorularımızı yanıtladı.    * Açlık grevine girme sebebiniz nedir?   Hatırlanacağı üzere 5 Nisan 2015’te en son İmralı görüşmesi gerçekleşti. Bu süreç Dolmabahçe’deki deklarasyonun ret ve inkarına denk geldi. Yani Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ile Türkiye’deki barış ve görüşme imkanlarının rafa kaldırılıp çatışmanın, ölümün çoğalması ile örtüşen süreçlerdir. Tecrit eşittir kan ve savaş. Bazen yalanlar o kadar yoğun söylenir ki insanlar yalanın etkisi altında gerçekleri ve doğruları unutuverirler. Ya da zihinleri uyuşmuş gibi ifade etmek akıllarına gelmez. 2013 yılının 9 Ocak günü görüşmeler henüz başlamışken 3 Kürt kadın Paris’te katledildi. Sonradan netleşen MİT rolüne dair şüpheler olabildiğince yoğun olmasına rağmen, önderlik ve özgürlük hareketi bu katliamı, görüşmeleri durdurma gerekçesi yapmadı. Ama Ceylanpınar’da öldürülen iki polis (sonradan iktidar çeteleri tarafından yapıldığı büyük oranda netleşti) failleri ortada olmamasına rağmen iktidarın savaş propagandası malzemesi oldu. Durum açıktı aslında iktidar PKK’yi ve Kürt halkını sahte demokrasi maskesiyle oyalamayacağını, gerçekten demokrasinin, halkların birliğinin önünün açılacağını anlayınca ‘çökertme planı’nı devreye sokup gerçek karakterine döndü.   O zamandan beri tecrit ve savaş iç içe, at başı yürütülüyor. Savaşın bitmesi için tecridin kalkması gerekir. Mevcut tekçi, zorba sistem ne kadar uzun sürerse toplumsal ahlak, maneviyat o kadar tahrip olur, çöküntü yaşar. Şüphesiz bu tecridi ve toplum kırım sistemini kırmak en başta bu toplum adına siyaset yapanlara, toplumun kendisine düşer. Ancak uzayan baskılama süreci halkları, ezilenleri büyük oranda iradi dumura uğratmış kımıldayamaz duruma getirmiştir. Kımıldamayanlar da ya sistemin zemininde dans ediyor ya da bu kımıldanmalar çok parçalı, ürkek ve pasif olduğundan tecridi kırmaya yetmiyor. Tarihsel, toplumsal ahlak ve sorumluluk bize kendi görevlerimizi ve rolümüzü hatırlatıyor. Zindanın 24 saati denetlenen, ‘silahsızlandırılan’ her türlü örgütlenme, mücadele imkanının ve hakkının yok edilip yok sayıldığı koşullarda tek silahımız bedenimizdir. Ancak bazı toplumsal özgürlük değerlerin uğruna ölünecek kadar önemli olduğunu anlatabilirsek insanlar sahiplenir, kamuoyu görmek tanımak durumunda olur. Sayın Öcalan’ın TC yasalarına göre de sahip olduğu hakları kullanması gerektiğini kabul ettirmek büyük bedel gerektiriyor. En basit ifade ile TC yasalarına göre tutuklu ve hükümlünün sahip olduğu görüş, telefon, iletişim, yaşam ve çalışma koşullarının Sayın Öcalan’a sağlanması için 7 bin insanın süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine girmesi zulmün ve Türkiye’deki demokrasisizliğin düzeyini ifade eder.   * PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın koşullarında ısrar edilmesinin nedeni nedir?   Tecridin varoluş nedeninden kaynaklı. Bugün özelde Ortadoğu’da genelde dünyada halkların yaşam zemini kan gölüdür. Dünya egemenleri halkların boğazlaşmasının üzerinde tepinmektedir. TC önce çeteler kurup halklara karşı savaştırdı. Şimdi o halkların haklarını gasp etmek için Rojava’da kendi çetelerini öldürtüyor. İşin en yakın ifadesi şudur; Sayın Öcalan özelde Türkiye ve Ortadoğu halkları genelde dünya halkları için tarihsel, toplumsal bir mucizedir. O, halkların savaşmadan, boğazlaşmadan, biri diğerine üstünlük kurmadan yan yana, birlikte ve gerçekten kardeşçe, demokratik temelde yaşayabileceklerini söylüyor. Savunmalarının, paradigmasının; düşünce sistemini yani Demokratik Konfederalizm, Demokratik Özerklik, Demokratik Ulus, Demokratik Modernite’yi her sayfasında anlatıyor. Ancak Türkiye, Ortadoğu ve dünya egemenleri bunu kabul etmiyorlar. Bu sömürü ve boğazlaşma olmadan egemenliklerini, iktidarlarını sürdüremeyeceklerine inanıyorlar. Bunu biliyorlar. ‘Dolmabahçe Mütabakatı’nın inkar ve reddi bu nedenledir.   Rojava’da uç verdiği düzeyiyle insanlığı hayran bırakan halkların demokratik birliği bu paradigmanın eseridir. Rojava’nın bunca saldırı ve işgale maruz kalması da bu iktidarcı egemen güçlerin yaklaşımındandır. Kişi olarak bizzat Sayın Öcalan’ın kaldığı zeminlerde bulundum, direkt eğitimini alma, çözümlemelerini dinleme şansım oldu. Kendisinden ayrıldığımız zaman sıkça; ‘Bizi halkımıza, halklara, ezilenlere, insanlığa anlatın. Bizi topluma taşımak sizin göreviniz’ derdi. Halklara, insanlığa tanıtılmasını istediği şey bireysel bir durum değil paradigmasıydı. Halkların, ezilenlerin özelde kadınların, gençlerin ekmek ve sudan daha fazla ihtiyaç duyduğu özgür yaşam, birlikte, kardeşçe, demokratik yaşam felsefesiydi. Bu isteminin önemini yeterince anlayamadığımızı dolayısıyla gereğini yapmadığımızı bu anlamda borçlu ve büyük oranda suçlu olduğumuzu da belirtmeliyim. Sayın Öcalan’ın özgürlüğünde ısrar ediyoruz, zira halkların, ezilenlerin, kadınların, gençlerin ekmek ve sudan daha fazla ona ihtiyacı var.    * Açlık grevinin bir direniş biçimi olarak benimsenmesinin nedeni nedir?   Tarihimizdeki tek açlık grevi direnişi 2012’deki süresiz-dönüşümsüz açlık grevi olmadığı gibi tek kazanımımız da o eylem değildir. Daha da önemlisi Bobby Sands ve arkadaşlarının İRA’lıların süresiz-dönüşümsüz açlık grevi direnişinde olduğu gibi bazen bir eylem veya direniş o an somut kazanımlarla sonuçlanmış gibi görünmeyebilir. (Heval Mazlum’un ya da 14 Temmuz ölüm orucu da kısmen böyle eylemlerdir) Ancak uzun vadede kesinlikle ezilenlere, insanlığa kazandırır. Nasıl ki Demirci Kawa, Spartacus, Hallacı Mansur, Mani, Babek kazandırmaya devam ediyorsa bir direnişin yöntemi genellikle koşullardan ve imkanlardan kaynaklıdır. Kanımca bir ülkede demokrasi mücadelesi asla açlık grevi eylemini gerektirmemelidir. Eğer bugün dünyada, Ortadoğu ve Türkiye’de Kürtler direniş için açlık grevi yapıyorsa bu zulmün düzeyini gösterir. Toplumun direnme imkanlarında, araçlarından nasıl mahrum bırakıldığını gösterir. Bugün TC, bedenini evlatlarına destek olmak için açlığa yatıran anne babaları gözaltına alıp tutukluyor. Bu, demokrasi ve insan hakları vahşetini ifade eder. TC bununla tarihini ve insanlık neznindeki utanç verici sicil yazımını ifade eder. Tutsak olmak zaten özgürlükten, toplumsal etkinlikten büyük oranda mahrum olmaktır. Bir nevi silahsızlandırılmışlıktır. Bırakalım tutsakların toplumun haklarını savunmasını, aslında tutsakların mağdur edildiği, haklarının gasp edildiği durumlarda toplum tarafından savunulmalı ve haklarına sahip çıkılmalıdır.   Doğru, mantıklı ve insani olan da budur. Ancak toplumumuz tutsaklardan daha fazla direnme imkan ve araçlarından daha da önemlisi iradesinden büyük oranda mahrum bırakılmış, ülkemiz bir açık hava hapishanesine çevrilmiş durumda. İşte bu nedenle tutsaklar olarak direnme hakkımızı yaşamsallaştırmamız gerektiğine inandık. Başta ailelerimiz olmak üzere halkımızın, tüm ezilenlerin bu direniş etrafında kenetlenip kendi direniş iradesini oluşturması gerekiyor. Yoksa biz tek başımıza direnerek ne bir toplumsal bir başarı yaratabiliriz ne de toplumu kurtarabiliriz. Toplumun direnme hakkı vardır. Halkımız bu direnme hakkını kendisi kullanmadığı sürece asla başaramayacağını, kimsenin onun yerine direnip başarıyı getirmeyeceğini bilmek durumundadır. Tutsaklar olarak başka hangi yönteme başvurabilirdik ki? Eğer halkımız gücünü gösterseydi açlık grevi gibi bir eyleme başvurma gereği duymazdık. Eğer mevcut iktidar, anti-demokratik, insanlık dışı uygulamalarını, tecridi, sömürüyü, katliamları uygulamasa ya da bunları dilekçe yazma, talepte bulunma, önerme vb yollarla durdursa veya düzeltseydi açlık grevi gibi bir eyleme başvurmayacaktık. Şüphesiz insan kendi kendini yenilgiye açık bırakmazsa, insan iradesini yenecek hiçbir sistem, araç, yöntem yoktur. Ama açlık grevi veya çıplak beden insanın son mevzideki silahıdır. Bunda keyfi bir tercih söz konusu olamaz.    * ‘Çözüm süreci’ne ve bugüne bakarsak cezaevlerinde değişen ne oldu?   Aslında içeride ya da dışarıda yaşanan durum diye bir şey yoktur. Daha doğrusu gerçekte özü itibariyle bir fark yoktur. Yine ‘çözüm süreci’ denen süreç ile bugünkü süreç yani çatışma süreci arasında da özü itibariyle ciddi bir fark yoktur. Öncesinde yaşananı ‘çözüm süreci’ olarak tanımlamak yanlıştır. Sadece bir diyalog süreci vardı. Tek taraflı resmi bir ateşkes, ikinci tarafın sadece silahların operasyon düzeyinde kısmi bir zımni ateşkesi vardı. Devlet tarafının çözüme dönük gerçek bir niyet ve perspektife sahip olmadığından nasıl ki diyalog sürecinde de dışarıda kalekollar, karakollar, barajlar yapıp ülkeyi yeniden işgal etti ve toplumun örgütlü, aktif kesimini toplayıp zindanlara doldurmayı sürdürdüyse de zindanda da sürgün politikasını durmaksızın sürdürdü. Yaşam alanlarına kameralar yerleştirdi. Bu kameralardan dolayı tutsakların infazlarını yaktı. Hasta tutsakları içeride tutmaya devam edip onlarcasının yaşamını yitirmesine yol açtı. Aradaki fark şu diyalog sürecinde bu uygulamalar sanki daha bürokratik, tekniki uygulamalarmış gibi yansıtılmaktaydı. Şimdi anadil savunmasından anadilde iletişime kadar bütün haklar açık şekilde ve düşmanca gasp edilmektedir. Tecrit bütün zindanlara, derinliğine içerilip uygulanmaktadır. Birçok zindanda havalandırmanın üstü tel örgüyle kapatılmaktadır. Ayakta, askeri sayım dayatılmakta telefon tekmili dayatılmakta, yaşamın her alanına kamera yerleştirilmekte, ortak alanlar kaldırılmakta, yaşamın her alanına kamera yerleştirilmekte, ortak alanlar kaldırılmakta, arkadaşlar hücrelere atılarak hem tecrit uygulanmakta hem de infazlar yakılmaktadır. Birçok zindanda her fırsatta fiziki işkence ve darp uygulanmaktadır. İktidara yaranmak için memurlar Esat Oktay’a Gestopa’ya özenmektedir.   * 2012 açlık grevi eylemi süreci ile bu sürece dair neler söylersiniz?    Koşullar her açıdan 2012’den daha olumsuz ve negatif durumdadır. Ama bizler 2012’den daha fazla öz iradeli daha farkında daha bilinçli ve deneyimli durumdayız. 2012’de devlet henüz Sur, Cizîr gibi bir katletme ve iktidarını bir katletme üzerinden gerçekleştirmeyi yaşamamıştı. Dolayısıyla devlet sadece bugün için değil, yarın için de çok büyük tehlike arz ediyor. Nasıl ki şehirleri yıkıp, insanları toplu yakıp, toplumun iradesini alt ettiyse ve belli oranda bu iradeyi kırdığına inandıysa, toplumsal iradenin kırılmışlığına güvenerek - eğer halk bu süreçte tersini ispatlamazsa- tutsaklara dönük daha açık müdahale, şiddet ve katliama yönelebilir. Devletin uzlaşmaya hiç yakın durmadığını bu anlamda halkımız bilmelidir. Şimdiden ortak alanları sınırlandırmak, yaşamın her alanında denetim ve sınırlandırma, avukat ile görüşmeye, kameralı, dinleyici ile denetlemeye, temsilcileri muhatap almamaya, telefonlarda sorun yaratmaya, postayı işletmemeye, grevdeki arkadaşlara müdahale zemini oluşturmaya hazırlandıklarını belirtmek isteriz. 2012’de halkımız böyle bir geri çekilme yaşamamıştı. Bazı eksiklikler olsa da daha cesur ve özgüvenliydi. Halkımızın durmadan kendi kendine ‘Bir şey yapamıyoruz, kimse bir şey yapmıyor, ben tek ne yapabilirim’ gibi telkinlerle kendi iradesini kırdığını düşünüyorum. Hatta bu tür söylemlerin direkt devlet eliyle toplum içine yayıldığına inanıyorum. Buna hemen son vermek gerekir. Halkımızın özüne inanıyorum. Zulme dönük öfkesine inanıyorum ancak örgütlülük birleştirici mayadır.   Bunun görülmesi gerekir. Örgütsüz olan hiçbir şey başaramaz. Önce bunu bilmek, sonra da kimsenin bizim yerimize mücadele etmeyeceğini, mücadele etmeden hiçbir şeyin kazanılmayacağını anlamak gerekir. 2012’ de halkımız çadır kuruyor, nöbet bekliyorlardı. Bugün açlık grevi yapmasına dahi izin verilmiyor. Kanımca insan bizi toplumsallaştıracak her yöntemi önemsemelidir. Grevdeki tutsakların anneleri, kardeşleri, akrabaları, herhangi bir derneğin, partinin, sendikanın odasında, salonunda, kapısında açlığa dursa toplum etraflarına toplansa, yerinde ve anlamda olur. Örgütsüzlük gücü en çok zayıflatan, parçalayan olgudur. Pasifliği besleyen ve onaylayan şey yol göstericiliğin yokluğu ve zayıflığıdır. Buradan, zindandan bile bunun onlarca örneğini görebiliyoruz. Bizler Kuzey gerçekliğinin bir parçasıyız. Annelerimizin savaş ve mücadele gerçeğine göre örgütlememiş eğitmemiş sanki dışarıda böyle faaliyetler varmış gibi yaklaşmışız. Ailelerin örgütsüz kalmasına neden olmuşuz. Toplumumuza baktığımızda halkımızın yüzde 95’inin gerçekte örgütsüz olduğunu görüyoruz. Zira oy vermek gibi tutumlar örgütlülük değildir.   * Dışarıdaki eylemselliği nasıl görüyor ve değerlendiriyorsunuz?   Yukarıda değindiğimiz ağır özgürlük ve demokrasi sorunlarının basın açıklamalarıyla çözülemeyeceğini herkes bilir. Basın açıklaması bir aktivite veya eylem değildir. Sadece bir durum veya soruna dair bir tutumdur. ‘Bu durumu doğru bulmuyorum’ tutumudur. Ee Sonra doğru bulmuyorsan ne yapacaksın? Eylem bundan sonra gelir. Hiç bir şey yapmadan yapıyor gibi görünmek yasal siyaset yapma çabasında olan arkadaşların, kesimlerin kendini ve toplumu kandırma tarzı olmuştur. Toplumsal, eğitsel, örgütsel karşılığı olmayan hiçbir çözüm değeri yoktur. En küçük bir faaliyette ‘Ne amaçlıyoruz, ne yaratacak, mücadeleye hizmet edecek mi?’ sorularını sormak lazım. Halkımızın sürece yanıt olamamasının birçok nedeni vardır. Ancak, ‘Halkımız neden kalkmıyor’ sorularını da hele siyasi alandan gelen çağrıları ve eleştirileri de çok kendini bilmez buluyorum. Çünkü 40 yıldır direnen, savaşan Ortadoğu ve Türkiye gerçekliğine göre örgütlenmiş, eğitilmiş olması gereken halkımız, mücadelesine laf yapmak, basın açıklamalarıyla götürmeye çalışanların, onlar arasında, ‘öncü’ pozisyonunda olanların insafına kalmıştır. Bu, halkımıza, halklarımıza yapılmış en büyük kötülüktür. Halkımızın sürece yanıt olamayışında diğer birçok nedenin yanında asıl belirleyici neden budur. Halkımız örgütsel, eğitsel alanda pratik politika anlamında öncüsüz bırakılmıştır. Hem öncüsüz bırakılmış, hem de öncüsü varmış gibi bir görüntü yaratılmıştır. 30’larda hiçbir öncünün somutta olmadığı durumlarda da muhakkak köyde halk bildiği tarzda direnirdi. Bu ‘öncülük’ün varmış gibi hali halkın olası aktivitesini de bloke etmektedir. Halkın bunda çaresizliği, kendine güvensizleşmesi, moral zayıflığını yaşaması da bu nedenledir.   * Son olarak eklemek istediğiniz veya bir mesajınız var mı?   İnsan özgürlüğe inanıyorsa ve onun için direniyorsa morallidir. İki insanın yan yana gelemediği bir ülkede 7 bin tutsak ölümüne eylemdeyse bu moral ve özgürlük düzeyini ifade eder. Özellikle önderliğin özgür yaşaması için bir şeyler yapmak büyük moral gerekçesidir. Grevcilerin sağlığı ağırlaşmıştır. Yoğunlaşan hak ihlalleri hem baskı oluşturma hem de tutsakların gündemini başka konulara kaydırma amaçlıdır. İHD, ÖHD gibi kurumlardan heyetler idare ve savcılarla görüşmeli ve hak gasplarının önüne geçmelidir. Zaten eylemde olan tutsakları bu ihlaller ile baş başa bırakmamalı, eylem içinde eylem yapmak zorunda bırakmamalıdır. Taleplerimiz özü itibariyle deklare olmuş taleplerdir. Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit kalkmalı, toplumu boğan bu demokrasi düşmanı, faşizan sisteme son verilmeli, halk olmamızdan gelen temel toplumsal haklarımız tanınmalıdır. Buna göre somut anlamda da;   * Sayın Abdullah Öcalan’ın mevcut yasalar çerçevesinde de aile ve vasi ile görüşmesi meşrudur. Engellenmemelidir.   * Önderliğin avukatlarıyla düzenli görüşme yapması ve bunun kesintiye uğramaması.   * Sayın Abdullah Öcalan’ın mevcut yasalar çerçevesinde ailesiyle telefon ile görüşme hakkını kullanması, her yere mektup, fax gönderme ve alma hakkının engellenmemesi.   * Radyo ve TV haklarının engellenmemesi, günlük olarak istediği tüm gazete, dergi, kitap ve benzeri istemlerinin karşılanması.   * Sayın Abdullah Öcalan’ın aynı hapishanede bulunan diğer arkadaşlarla düzenli görüşme hakkının engellenmemesi.   * Önderliğin sağlıklı yaşam koşullarının oluşması için bağımsız heyetlerce düzenli olarak izlenmesi, tedavi edilmesi,   * Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümünde ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde Sayın Abdullah Öcalan’ın aktif rol alabilmesi için engellerin kaldırılması, özgür yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması.   Son olarak kendi ülkesi ve halkı karşısında hiç kimsenin daha sorumlu olmadığını bu yaşamın hepimize ait olduğunu bilmek gerekir. Her gün ve her durumda ‘Özgür bir yaşam için ne yapmalıyım?’ diye kendimize sormalıyız.