Prof. Dr. Nejla Kurul: KHK’liler öteki hale getiriliyor 2019-04-24 10:01:29   Dilan Babat   ANKARA - KHK’lilerin devlet nezdinde öteki hale getirildiğini belirten Prof. Dr. Nejla Kurul, "İnsan olmak demek; özgürce konuşabilmek, gördüğünü rahatça söyleyebilmek, çalışma arkadaşlarına güven duyması, öğrencinin öğretmene, öğretmenin öğrencisine güven duyması demektir. Böyle bir olanağın neredeyse ortadan kaldırılmak istendiği bir ortamda yaşıyoruz" dedi.    31 Mart yerel seçimleri sonrası Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen belediye eşbaşkanlarına mazbata verilmemesi kararının ardından AKP KHK ile ihraç edilen seçmenlerin seçimlerde oy kullanmamasını gündeme getirerek, YSK’ye başvurdu. Ancak yapılan başvuru YSK tarafından ret edildi. Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ndeki görevinden ihraç edilen Prof. Dr. Nejla Kurul, KHK’lilere yönelik baskı politikalarına ilişkin ajansımızın sorularını yanıtladı.   *YSK, ihraç edilen belediye eşbaşkanlarına mazbata verilmemesi kararı verdi. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) bu konuda yaptığı Olağanüstü başvurusu ise reddedildi.  KHK’lilere yönelik bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu karar ne anlama geliyor?   Türkiye’nin en can alıcı ya da sinir uçlarına gelen bir sorunu. 15 Temmuz öncesi ve sonrasında yaşananlar, KHK’liler açısından 2 ayrı dönem. 15 Temmuz sonrasında KHK ek listelerinde yer alma mevzusu, Türkiye’de ciddi bir toplumsal travmaya yol açtı. Pek çok kişi hiçbir soruşturma geçirmeksizin, bir dava sonucu olmaksızın işlerinden edildiler. Bunlarla kalmayıp KHK’lilerin önemli bir kısmını kuşaklar arası bir ayrımcılık yaratacak bir biçimde çocukların anne ve babasının, kardeşlerinin de benzer bir biçimde dışlanmaya ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını görüyoruz. Bununla birlikte KHK’liler nihayetinde seçme ve seçilme haklarına sahip olan yurttaşlar. Bunun hem Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci ve ondan sonraki seçimlerde KHK’liler pek ala parlamentoya girdiler. Meclis’te 10 KHK’li vekil var.  Bunlar yasama ile tüm faaliyetlerine katılabiliyorlar.    Her türlü toplumsal eleştiri haklarına sahipler. Oyları ile ellerini kaldırarak,  daha demokratik bir Türkiye için mücadele ediyorlar ve mücadeleleri son derece anlamlıdır. Bugün Türkiye’de herkes KHK ek listelerinde yer alabilir. Artık buna da gerek yok. KHK’li göstererek, seçim kurulları, denetleme kurulları üzerinden insanlar işlerinden atılıyor. Son seçimde YSK’nin almış olduğu bu kararın meşru ve yasal hiçbir dayanağı yok. O zaman önceki seçimlerin iptali gibi bir şey söz konusu olacaktı. Son dönemde AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın, KHK’lilerin ‘seçme hakkının bile elinden alınması gerekir' diyen bir akıl tutulması biçiminde ortaya çıkmış bir açıklaması da var.  Böyle bakarsak KHK’lileri zaten bir tür sivil ölüme mâhkûm etmişsiniz, hiçbir yerde iş bulamıyorlar, pasaportlarına el koyuldu. YSK’nin ret kararı biraz da bunun önünü açtığını gösteriyor. Biz öncelikle tutarlı bir YSK istiyoruz. Önceki seçimleri de tartışmak konusu yapmak üzerinden bir kararlık sürerse Türkiye’de gerçekten ciddi bir meşruiyet sorunu var demektir. Her kişi Meclis’e girebilmiş bir KHK’li ve daha sonra yerel seçimlere katılmış her kişi ve seçilmiş insanlar YSK gibi kurularda adalet, eşitlik bekliyorlar. KHK’li olmasına rağmen HDP’nin biraz daha dışında olan insanların seçildiğini görüyoruz. KHK listesinde yer almak kendisiyle beraber ayrımcılığı da getiriyor. HDP’ye daha yakın gibi gözüken ya da HDP politikaları ile bir nebze uyuşmuş olarak bir edimde bulunmuş insanlar dışlanmış ve ayrımcılığa maruz kalmış gibi gözüküyor. Bu yönüyle ciddi bir sorun var. HDP’nin biz yasal bir parti olduğunu biliyoruz, vekilleri var. Böyle yasal bir parti ile ilişkilenme gibi nedenlerle insanlara böyle travma yaşatmak son derece haksız. Bu bakımdan YSK’nin bu kararı gerçekten toplumda çok tartışılacak, hukuk arenasında gelecekte ciddi bir biçimde başka davaların açılmasına yol açacak bir karar.    * Ali ihsan Yavuz KHK’lilerin seçme hakkının olmadığını savundu. Bu söylem KHK’lilerle hesaplaşmanın devamı mı?   Bunu anlamaya çalışıyorum. Diyorum ki bir devlet, onun icracısı bir siyasal iktidar seçildikten sonra tüm yurttaşlarına eşit hizmet götürme, eşit haklar sağlama ve onlar için eşit görevler yapmak üzere iktidarı ve vergileri kullanır.  Son dönemde baktığımız zaman neden bu kadar ayrımcılığa gidildiğini anlamaya çalışıyorum. İki tip KHK tipolojisi var; Genel ve sınıfsal olarak toplumun yoksul kesimlerinden gelen, emeğinden başka geçimini sağlayacak bir şeyi olmayan insanlar. Başka bir taraftan 2013 yılını bir milat gibi görürsek, çözüm sürecinin ardından gelen Gezi olayları, ondan sonra büyük yolsuzluklar ile ilgili davalar oldu. Siyasal iktidar bir tür iktisadi krizinde uçlarını vermeye başladığı bir dönemde güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Burada iki ayrım var; birincisi toplumun bir kesimi özellikle Kürt toplumu üzerinden çözüm sürecinde bir takım sorunların yaşamaya başlaması diğer taraftan da egemenlik alanı içerisinde iki kesimin siyasal iktisadi olarak anlaşamamasıyla 17 ve 25 Aralık’tan sonra bir kanadın iktidardan düşmesi gibi görüyoruz. Halkla karşı karşıya gelen gerilimle iktidarın tepelerindeki kavganın ortaya çıkardığı iki yapı var gibi gözüküyor. Bir yandan Gülen Cemaati ile iltisaklı gerilimi bir taraftan toplumun tabanından alınıp 'daha demokratik daha sosyal bir ülke istiyoruz biz' diyen insanların bazen barış sürecine destek vermiş olması ‘insanlar ölmesin’ demesi, bazen büyük bir mitingde yer alması, belirli grevlerde yer alması bu nedenlerle KHK ek listelerine girdiğini görüyoruz.   *İktidarın KHK’lilere yönelik bir tavır alışı var. Bu neye ve kimin işine yarıyor?   Toplumda hep bir ötekine işaret ederek, ötekiyi çok suçlayarak hemen her konuyu FETÖ iltisaklı (bunu devlet yetkililerin konuşmalarından çıkarıyoruz)  ya da sınırlı bir zeminde PKK/PYD iltisaklı gibi iki büyük suçlu kesime atıyor.  Bütün korkuyu o alandan kurarak, aslında bu insanlara yaptığı hak ihlalleri, adaletsizliklerin yanı sıra toplumun diğer kesimlerini dilsiz, sözsüz, birçok şeyi görmeyen, vurdumduymaz ve korkmuş, sinmiş hale getirmeye çalışıyor.  Bunu bu iktidarda görmüyoruz, bütün iktidar biçimlerinde Cumhuriyet tarihi içerisinde pek çok yerde bununla karşılaşabiliyoruz. Ama hiç bu denli yoğun ve hınç duyguları ile hareket eden görmedik. Barış Bildirgesi’ne imza atan arkadaşlarımda hınç ve kin duygusu olmadı. ‘Hep birlikte nasıl yaşarız?’ meselesi var. Hep birlikte ‘bize ne olacak’ sorusu yanıt arama ve kadınlar daha özgür erkekler kadar haklara sahip olarak yaşasınlar. Herhangi bir etnik farklık olmaksızın insanlar bir arada nasıl bir yaşam örebilirler. Doğayı nasıl koruyabiliriz, doğaya bu kadar kötü muamele karşısında milyon yıl sonra o dönemin kuşaklarına nasıl bırakabiliriz kaygısı içerisinde olan insanlarız. Pek çok mağdurun mazlumun haklarını savunan insanlarız. Türkiye toplumunun alışık olmadığı bu kesim ister istemez KHK’liler içine atıldığında devlet nezdinde öteki hale getiriliyor. Türkiye kamuoyunun şunu bilmesi gerekir; eğer haksız ve hukuksuz bir şekilde insanları KHK ek listelerine koyar çeşitli soruşturmalarla yeniden işlerine son verirseniz, bu davranış her insanı hedef alabilir. İnsan olmak demek; özgürce konuşabilmek, gördüğünü rahatça söyleyebilmek, çalışma arkadaşlarına güven duyması, öğrencinin öğretmene, öğretmenin öğrencisine güven duyması demektir. Böyle bir olanağın neredeyse ortadan kaldırılmak istendiği bir ortamda yaşıyoruz. Neyse ki yerel seçimler bu ülkede bir miktar daha farklı yaşam biçimlerini gösterdi. Bu ülkede toplumun çeşitli kesimleri rengarenktir. ‘Bu büyük bir zenginliktir’ diyen bir sürü insanın önü açılmış oldu. İktidarında bu bağlamda ders çıkarması gerekir. Alenen suçlamayı sürdürmek yerine ders çıkarması gerekir.  O yüzden son seçim sürecinde siyasal iktidarın yapmak istedikleri kamuoyunun gözünde apaçık ortaya çıktı.  Bunu AKP veya MHP’yi destekleyen yurttaşların görmesini sağlamak gibi bir hedefimiz olmalıdır. Bu kesime dönük iktidarın hatalarını zaman zaman suçlarını bizim dillendirmemiz gerekiyor.    *KHK’lilere dayatılan sivil ölümlerin yanı sıra siz özelde neler yaşıyorsunuz? İhraçtan sonra baş başa kaldığınız sorunlarla nasıl mücadele ettiniz? Birlikte dayanışmanız nasıl gerçekleşti?   Yaklaşık 2 buçuk yıl önce Ankara Üniversitesi’nde yüzün üzerinde akademisyen olarak ihraç edildik. İhraçtan sonra en büyük desteğimiz sendikamızdı. Sendikacılarla ciddi bir dayanışma içerisinde olduk. Arkasından gelen süreçte genç arkadaşlarımız iş bulmakta çok güçlük çektiler. Sendikanın ihraç edilmiş arkadaşlara mali bir desteği oldu. Çok çeşitli toplantılara çağrıldım, bu toplantılarda konuşmalar yaptım. Enerjimi ve birikimlerimi aktarmaya çalıştım. O gruplardan da çok şey öğrendim. Birbirimize anlattık, birbirimizi dinledik, birbirimizden öğrendik. Bu süreç içerisinde farkına varmadığım bir çok şeyi öğrenme imkanı buldum. Farklı bir zamansallıklar yaşıyorum, o zamansallığın içerisinde mümkün olduğu kadar içerisinde yaşadığım ülkede gurur verici işlerin yapıldığı bir ülke inşa edilmesini arzu ediyorum. Yerel seçimler bu ülke bakımından umut kanalı doğurabildi. Yerel yönetimler halka daha yakın bir yönetimdir. Yerel yönetimlerde seçilen insanlar 'biz sadece kendi politikamızı uyguluyoruz' diyemez çünkü çok farklı kesimlerden oy aldıklarının bilincinde. Toplumun her kesimine benzer hizmetler vermesi gerekir. Biz bundan sonraki süreçte yerel düzeyde katkımızı ve desteğimizi vermeye devam edeceğiz. Benim için ihraç edilmenin kendisi hala bir sorun. Her türlü kamusal alanda iyi ve güzel işler yapmaya çalışan insanlarız. Enerjimiz ve gücümüz hala var. KHK ek listelilerinde tüm KHK’lilerin kaldırılması sürecin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyor. Hukuksuz ve gayri meşru olduğunu biliyoruz. Olağanüstü Hal (OHAL) Komisyonu da aynı hukuksuzluğun bir parçası. Bizi dinlemiyorlar, sadece bizi ihraç eden kişilerin ekledikleri belgelerle bizim hakkımızda karar verecekler. 2 buçuk yıl içerisinde hiçbir karar vermediler. Geciken adalet adalet değildir. Geri dönme olasılığı belirlendiğinde 2 buçuk yıl boyunca bizler cezalandırılmış oluyoruz. Biz hiçbir haksızlığın, adaletsizliğin yaşanmadığı kimsenin böyle bir sürecin içerisinde olmadığı bir Türkiye tahayyülü ile hareket ediyoruz. Daha zor koşullarda birçok insan var. Yan yana gelerek birlikte dayanışarak, daha demokratik ve sosyal bir Anayasa için ve daha iyi bir toplumsal düzenleme yapılması için çabalarımızı sürdüreceğiz.    *Barış Akademisyenleri’nden cezası onaylanan ilk isim Füsun Üstel oldu.  Önümüzdeki süreçlerde cezaların onaylanması ile çok sayıda akademisyen cezaevine girebilir? Buna ilişkin neler söylemek istersiniz?   Füsun Üstel’i şahsen tanımıyorum ama kitaplarını çok yakın takip ettiğim biri.  Birçok kişiyi yetiştiren ve vurdumduymazlığı elinin tersi ile iten ve başka insanların acılarından ‘bu benim de başıma gelebilir’ salikiyle duyarlılığı geliştiren biri. Bu süreçte Füsun Üstel, cezası onaylanırsa Türkiye’de adalet cezaevine konmuş olacak. Adalet fikrinin peşinden olan insanlar, daha adil bir ülke kurma peşinden olan insanlar barış içinde bir ülke olması içerisinde çaba göstermiş insanlar cezaevlerinde tutulmuş olacak. Bir kişinin ürünleri açığa çıkmışsa kişinin bedenini istediğiniz kadar cezaevine koyun o görüşler dolaşımdadır. Bir akış var toplumun içerisinde, bir düşünce akışı var.   Akademisyenlerin kitapları hala okunuyor, hatta daha fazla okunuyor. Akademisyenler birbirimizi çok az tanıyorduk, bu ihraçtan sonra akademisyenlerin güzel düşünceleri toplum nezdinde daha çok görünür ve okunur oldu. Bir bedenin cezaevine konulması onun düşüncelerinin de cezaevine konulması anlamına gelmiyor. Türkiye için bu çok büyük bir kayıp olur. Salt akademisyenler cezaevinde değil, bugün cezaevlerinde çok sayıda vekiller ve bu ülkenin cumhurbaşkanı adayı var. Bu kadar hoyrat bir ceza sisteminin ülkede problem olduğunu görüyoruz.  En basitinden düşüncelerinden ötürü cezaevlerindedir. Bu Türkiye’yi geliştiren bir durum değildir. Oysa insanlar özgürce düşünebilmeliler ve kendilerini özgürce ifade edebilmelilerdir. ‘Türkiye’de kültürel alanda bir şey yapamıyoruz’ diyenler var tabi yapılamaz baskı var. İnsanlar hala güzel şeylerin arayışında. O yüzden cezaevleri ile insanları korkutmak çok anlamsız, bir süre sonra her şey değişir. İktidarlar sonsuza kadar gitmezler aynı zamanda iktidarlar kırılgandır. Başka bir dönem geldiği zaman hınca hınç intikam duyguları ile değil, nasıl hep birlikte güzel bir şekilde yaşayabiliriz yönelimi üzerinde kavgamızı ve mücadelemizi sürdüreceğiz.    *Bunların yanı sıra seçimlerin sonucu ile birlikte demokrasi güçlerinde bir umut doğdu. Bu umudu nasıl büyütmek gerekiyor?   Saadet Partisi (SP)  İyi Parti ve CHP üzerinden bir Millet İttifakı oluştu. HDP iktidarın tam istediği gibi bu alanın dışında bırakıldı. Bu iktidarın görünür sahnesindeydi. İktidarın görünür sahnesinin dışında bizim gördüğümüz toplumsal tabandı. Her siyasal partinin toplumsal tabanında onlara ne kadar çitler örse de, sınırlar çizerlerse de birbirine bir yaklaşma söz konusu oldu.  İyi Parti’nin CHP’nin sosyal demokratları ile ilişkilendiği, CHP’nin sosyal demokratlarının bir kısmının HDP’nin radikal demokrasi fikirleri dediğimiz durum ile karşılaştığı bir akışkanlık söz konusu oldu. Bir stratejik kararla da mücadelenin, demokrasinin yanında olanlarla, demokrasinin karşısında otoriter ve tek kişi odaklı bir devlet düzeni arasında toplum ikiye bölündü. Çeşitli kentlerimizde toplumsal demokrasi olgusunu gündemine alıp bunun üzerine çaba gösteren kentlerimiz oldu. Bu kentlerde ki 3 büyük kent tabandan bir ittifak içerisinde oldukları ve o tabanda Millet İttifakı ile belediye başkanı çıkarabildiler. Bu durum gerçekten umut verici bir durum.   Artı mutfakta kriz olması, Türkiye’nin bu kadar iç ve dış borcu birikmiş bir süreç ile karşı karşıyayız. İnsanlar artık diyor ki; krizin çözümüne halkın iradesi dâhil olmalı. Kentlerdeki yoksulluğun ortadan kaldırılmasına karşı halk kendi iradesini açığa çıkaracak meclislere ve platformlara dahil olmalı. Daha etkin yurttaşlık talep edildiğini bu süreç ortaya çıkardı. Seçim süreci iktidarın yüzde 80 imkanlarını kullandığı bir süreçti. İktidar lehine koşullar o kadar çok çıkmıştı ki buna rağmen toplum arasında kaymalar meydana gelerek demokrasi güçlerine doğru kaydı. Bundan sonraki süreci nasıl kazanacaklarını gösteriyor.    Toplum çok kutuplaştırıldı. İnsanlar arasına büyük duvarlar örüldü. İktidar zamanı varken bunu yapabilirdi ama kaç seçimdir bunları yapmadı.  Demokrasi güçleri amasız, fakatsız ve yalansız halk ile birlikte yan yana gelmeliler. Ortak kamusal alanı hep birlikte yeniden canlandırılmalıyız. Büyükşehirlerde kazanılan belediyelerde yerel yönetim anlayışının farklı bir şekilde ortaya koyulması gerekiyor. Türkiye’nin her yerinde başka siyaset tarzıyla çiçeklerin açması lazım. Benim umudum var, herkesin umudu halan var. Gerçekleri görecek kadar, bir tartışmayı sürdürmeliyiz. Bizim aklımız var sadece aklımızı kullanmaya cesaret edelim.  Bu daha başlangıç mücadeleye devam.