Sahi Kürdistanlı bir anne için acı depreşir mi?

  • 09:11 31 Temmuz 2018
  • Kadının Kaleminden
"Benle Argeş bir taraftan kameraları ayarlarken bir taraftan da içten içe birazdan başlayacak atmosferi düşünüyoruz. Hem bizler hem de anne açısından çok zor geçecek, annenin tüm acıları depreşecek. Sahi Kürdistanlı bir anne için acı depreşir mi ki? Yani acının durgunlaştığı, bir anlığına bile olsa izini kaybettirip kendini unutturduğu anlar mümkün mü ki Kürdistanlı bir anne için?"
 
Sarya Kerboran
 
Yine Mexmûr yollarındayız… Ev ev, kapı kapı dolaşıyoruz. Her ev bir hikaye, her ev bir tarih, her ev kayda geçilmesi gereken bir görev. Biz de bu bilinçle çıktık yola. Bazen evdeki hesabımız o evin hesabına uymuyor ve bir bakıyoruz ki 3 gündür o evden çıkamamışız. Ve bir kere daha tarihle pazarlığa girilemeyeceğini anlayıp halimize gülüyoruz. 
 
Saat öğlen vakitleri ve meteoroloji uzmanlarının serin, klimalı odalarında gösterilen rakamları takip edemesek de hissettiğimiz sıcaklığın 50 derece civarı olduğunu düşünüyoruz. Bu sıcakta ya doğuma yetişmeye çalışır insan, ya da bizim gibi kutsallığına inandığı bir görevin peşine düşer. Ya da "deli olması gerekir" diyemeyeceğim çünkü zaten ruhuna delilik kaçmayan hiçbir insanın bu görevi başarabileceğine yeterince inanmıyorum.
 
Yine girdik bir evin kapısından… Ve rutin karşılamamızı yapıyor yine başak rengi çocuklar. Etrafımızı sarıp selamlıyorlar. Neyse hem kameralarımız hem fotoğraf makinalarımız hem de çocuklarla güç bela kendimizi avluya atıyoruz. Bu sefer ev ahaliyle selamlaşmaya başlıyoruz. Evin okuyan çocukları, annesi, ninesi ve çay içmeye gelen elti, yan komşu ya da okul arkadaşları da dahil herkes bir anda ayaklanıp öpmeye sarılmaya, çantalarımızı indirmeye başlıyorlar. Daha doğrulamadan, 'heval keremkin' sözüyle ışık hızıyla yarışacak hızda gelen buz gibi sularımızı içiyoruz. Hem bu kadar rutinleşmiş selamlama faslına alışamama hem misafirperverliklerine duyduğum hayranlığa şaşırıp kendime gülüyorum. Ve o an birazdan çekim sırasında gelecek suların, çayların, arkasından dakikalarca ikna edilecek akşam yemeğinin ve tekrardan ikram edilecek çayların kokusunu alıyorum da sesimi çıkarmayıp sadece anın tadını çıkarıyorum. 
 
Anne defalarca kez, “Hûn ser serê min, ser çavê min hatin” (Başım, gözüm üstüne geldiniz) diyor. Biraz soluklandıktan, hal hatır sorduktan sonra yapmak istediğimiz çalışmayı aktarıyoruz ve bizlere, kameralara hikayelerini anlatmalarını istiyoruz. Burada reddetme, misafiri geri çevirme kültürü yoktur. Kim, ne üzerine o kapıdan ev sahibi eşliğinde girdiyse artık baş göz üstünedir. Ama bir anlığına da olsa durup dalıyorlar. Muhtemelen nerden başlayacaklarını, duygularıyla nasıl baş edeceklerini ya da hikayelerinin hakkını nasıl vereceklerini düşünüyorlar. Ve güneşin yakıcı sıcaklığı biraz dinlenmeye karar verip yerini serinliğe verince başlıyoruz işe koyulmaya. Annenin hikâyesine yabancı değilim, değiliz.
 
Wesile annenin kızı Sarîna ve oğlu Zîndan özyönetim direnişleri sürecinde direnişte yer almış ve aynı hafta içerisinde biri Hezex'te, biri Cizre'de şehit düşmüş. Benle Argeş bir taraftan kameraları ayarlarken bir taraftan da içten içe birazdan başlayacak atmosferi düşünüyoruz. Hem bizler hem de anne açısından çok zor geçecek, annenin tüm acıları depreşecek. Sahi Kürdistanlı bir anne için acı depreşir mi ki? Yani acının durgunlaştığı, bir anlığına bile olsa izini kaybettirip kendini unutturduğu anlar mümkün mü ki Kürdistanlı bir anne için? Keşke olsaydı ama her birimizin annesi şahidimizdir ki hiçbir acı hafiflemez yüreklerinde.  Ama acıyla da tanışıklardır artık. Yürekleri bedenlerine ağır gelse de birbirlerinin dilinden anlarlar artık. Acı her istediğinde annenin yüreğine belayı misafir edecektir. Anne de hem acıya, hem onu yaratana karşı tek bir an bile boyun eğmeyecek, yüreğini teslim etmeyecektir. 
 
Öyle de oluyor. Wesile anne en güzel fistanını giyiyor, bembeyaz, en özel işlemeli 'çarik'ını başına geçiriyor ve dimdik oturuyor kameramızın önünde. Hiçbir şey söyleme ihtiyacı duymuyoruz. Kayda girip annenin karşısında oturup dinlemeye koyuluyoruz. Sarîna ile Zîndan'ın çocukluklarını dinliyoruz. Anne, kızı Sarîna'yı anlatırken gözlerinde bir burukluk hissediyorum. Bu burukluk çocuğu istediği halde parası yetmediğinden alamadığı oyuncak için yaşadığı bir burukluk gibi. Kendini eksik hissetme duygusu gibi ya da çocuğunu eksik bıraktığı duygusu. Halbuki bu ne anne-babanın ayıbıdır ne de çocukluk dünyasından bir adım mahrum bırakılan çocuğun ayıbıdır. Wesîle anne de kızını anlatırken sık sık, "Sarîna'm çocukluk görmedi ki" diyor. Mültecilik koşullarında doğan bir çocuk Sarîna. Ana toprağında hiç adım atmamış, hiç düşmemiş, hiç dizlerini kanatmamış. Belki de çocukluğunun en büyük şansı Mexmûr sıcaklığında akrep sokulmaktan kurtulan nadir çocuklardan oluşu olmuş. Ama Sarîna öyle büyümüş ki neyden, hangi duygudan mahrum kaldıysa onun eksikliğini vicdan duygusuna eklemiş. Vicdanı o 15'lik bedenine sığamamış da kendini Şengal topraklarında oradan da Bakûrê Kurdistan topraklarında bulmuş. Ve kendi toprağında yalın ayak yürümeyi öğrenmesine izin vermeyenlere karşı savaşmış, gencecik bedenini toprağıyla karıştırmış. 
 
Anne Wesîle'yi dinlerken sürekli dudağımı ısırıyorum. Dudağımla uğraşmasam gözyaşlarımla boğuşmak zorunda kalacağımı biliyorum çünkü. Ama Wesîle anne dimdik hala. Bazen gözleri doluyor bir bakıyorsun birden gülmeye başlıyor. Annelerimizin dayanıklılığı kayalıklarla yarışır. Buna şüphemiz yok ama iki evladını aynı hafta kaybeden bir anne nasıl olur da her şeye rağmen gülebilecek cesareti gösterebilir. Ne bu gücü o kutsal insanlara verebilir diye anlamaya çalışırken o anda Wesîle anne aklımı okurcasına cevap veriyor: "Düşmanımın görme ihtimalinin olduğu, bir yerlerde beni izleyeceğini düşündüğüm hiçbir yerde ağlamayacağıma söz vermişim. Düşmanı sevindirmem bana ikinci bir acı olur" diyor. Öyle bir anne işte Wesîle anne. Bağlılıklarından, ilkelerinden bir saniye olsun taviz vermeyecek, çocuklarının gösterdiği iradeye ancak iradeyle cevap olunabileceğini gösteren bir anne. Son sözünde, "Rêbêr Apo'nun başı sağ olsun" diyor ve kalkıyor Wesîle anne. Argeş'le birbirimize bakıyoruz. Ne yapmak gerek bilmiyoruz. Tek yapabildiğim anneyi öpmek, ona sarılmak oluyor. İşte o zaman annenin yüreğinin nasıl titrediğini, bana sarılırken Sarîna'sını, Zîndan'ını nasıl özlediğini hissediyorum.
 
Wesîle anne biz kameralarımızı toplarken gidiyor. Muhtemelen gidip dinlenecek, zor bir gün yaşadı. Bir an çocuklarına kavuştu, anılarını canlandırdı ve yine kaybetti onları. Tam çıkmaya hazırlanıyorken annenin bize seslendiği yere, salona bakıyoruz. Anne kızarak, "Yemek yemeden göndereceğimi nasıl düşünürsünüz" deyip kızmaya başlıyor. Uzun uzadıya bir sofra kurulmuş, herkes içeri girmemizi bekliyor. Ben ise hayretle Wesîle anneye bakıyorum. “Ne ara kalktı, ne ara kendini toparladı da yemek yaptı?” İşte o zaman kadınların tanrıçalıkla özdeşleştirilmelerini bir kez daha anlıyorum.
 
Kürtçede tanrı ve anne kelimeleri köken olarak aynı yerden geliyor ve 'kendiliğinden veren, karşılıksız veren' anlamlarını taşıyor. Hani annelerimiz şiddete uğrar da oturup ağlamayı kendine hak görmez kalkıp çocuğuna yemek yapar, terli terli işten gelir de soluklanmadan mutfağa girer ya. Acılarını çocukları için ertelerler, belki de acının ertelenerek azalacağını düşünürler. İşte Wesîle anne de hiçbir karşılık beklemeyen, kendini tek bir an bile olsa yaşamın merkezine koyma bencilliğine kapılmayan, acılarını ne anneliğine ne ilişkilerine gölge yapmayan bir tanrıça. 
 
Yemeğimizi yiyoruz, artık bizim de annemiz olan Wesîle annenin elinden öpüyoruz. Heybemizde teselli edecek, derman olacak bir şeyin olmamasının burukluğuyla evden ayrılıyoruz.