Kadın varsa umut vardır!
- 09:10 30 Mart 2020
- Kadının Kaleminden
“Madem nereden baktığımız ve nasıl ele aldığımız davranışlarımıza yön veriyor ve alacağımız tutumu belirliyor, köklerini mitolojiden alan yeni bir alegori ile Pandora’nın umudun koruyucusu olduğunu da söyleyebiliriz. O zaman kadının varlığının umudun kendisi olduğunu ifade ederek ‘Kadın varsa umut da vardır!’ diyebiliriz.”
Ayla Akat Ata
“Umut iyi bir şeydir; belki de en iyi şey…Ve iyi şeyler asla ölmez.”
“Esaretin Bedeli” filmini izleyen herkes için tanıdık bir cümledir bu. Filmin ortasında yapılan bir tartışmanın filmle birlikte sonlandığına; umudun yaşattığına, değiştirdiğine, dönüştürdüğüne tanıklık eder izleyici.
Pandora’nın kutusu ve umut üzerine yapılan tartışmaları getirir akla. Kutu iyiliklerle mi doluydu, yoksa kötülüklerle mi? Pandora -merakına yenik düşüp- açtığında, kutuda kalan“Umut”iyi bir şey midir, yoksa kötü mü?”
“Umut en büyük kötülüktür, işkenceyi uzatır”, der Nietzsche. Bu düşünceye katılan çokça insan olduğunu biliyoruz. Kötü bir eylem; bir insanlık suçudur işkence. “Umut işkenceyi uzatıyorsa nasıl iyi olabilir ki..?” diye düşünülebilir. Ama birçoğumuz için umut, eylemle vardır. Ancak, eylemi örgütlemez, eylemle beslenmezse işkenceye dönüşür ve hatta öldürür. Eğer harekete geçmiyor, canlı tutamıyorsanız umudu, yaşaması da yaşatması da mümkün değildir.
2006 yılı Şubat ayında “Sayın Abdullah Öcalan siyasi irademdir” pankartıyla kendilerini zincirleyerek Diyarbakır Koşuyolu’nda oturma eylemi yapan ve trafik akışını durduran 24 Barış Annesi “Genel af ve cezaevlerinde tecridin kaldırılması” talebiyle gerçekleştirdikleri eylem nedeniyle tutuklanarak cezaevine girdi. Olağanüstü bir atmosferin yaşandığı, 6’sı çocuk 14 kişinin yaşamını yitirdiği, yüzlerce insanın yaralandığı, çok sayıda gözaltı ve tutuklamanın yaşandığı, dört gün süren ve daha sonra “28 Mart Olayları” olarak anılan süreçte, henüz olaylar devam ediyorken, anneler mahkemeye getirilerek hakim karşısına çıkarıldı. Mahkeme Başkanı her anneye ayrı ayrı, “Bu eylemi yapma gerekçeniz neydi, neden yaptınız?” diye sordu. Bir annenin tercüman aracılığı ile yaptığı savunmasında “İki çocuğum cezaevinde. Bilseydim cezaevinde kalmanın bu kadar zor olduğunu kendimi zincirlemezdim Hakim Bey! Yakardım.” ifadesi ve mahkeme başkanının“Bu eylemin ana fikri budur.” yorumu sonrasında salonda yaşanan hüznü ve şaşkınlığı tahmin edebiliyorsunuzdur.
Barış Anneleri’nin mücadelesi yirminci yılını geride bıraktı. Eylem ve etkinlikleri, gerçekleştirdikleri ziyaretler ve verdikleri mesajlarda hep “Toplumsal Barış” oldu. Umutla bir araya geldiler, bedel ödemeyi göze alarak umutla emek harcadılar; çoğu kez umudun kendisi oldular eylemleriyle. Barış için söylenen her söze kulak verdiler ve atılan her adımı desteklediler. On dört yıl önce yargılanmayı ve tutuklanmayı göze alarak ortaya koydukları tecrit politikalarının sonlandırılması ve genel af talepleri ise toplumsal barışın sağlanabilmesi için bugün hala atılması umutla beklenen adımlar olarak güncelliğini koruyor.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Pandemi” olarak ilan edilen “Covıd-19” virüsü nedeniyle kendi olağanüstü halimizi (!) ilan etmemizin istendiği bu günlerde, dev silah sanayi ve silaha ayırdıkları dev bütçelere rağmen küresel güçlerin bir virüs karşısında yaşadığı çaresizliğe tanıklık ediyoruz hep birlikte. Mevcut siyasal ve ekonomik sistemler üzerinde düşünmeye başladığımız, sosyal alışkanlıklarımızın değişimini zorunlu kılan bu süreçte, toplumsal olduğu kadar bölgesel ve küresel anlamda da en acil ihtiyacın “BARIŞ” olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.
İnsan hakları örgütlerinin verilerine göre, Türkiye’de bulunan 220 bin kapasiteli 375 cezaevinde, 780’i bebek, 2 bin 500’ü çocuk, 457’si ağır olmak üzere bin 333’ü hasta olan yaklaşık 300 bin tutuklu ve hükümlü kalıyor. Her açıdan kara ve düşündürücü olan bu tablo ile cezaevleri bir kez daha ülke gündemine girdi. Özgür mekanlarda virüsten korunmak için hijyen sağlamak ve yayılımının önüne geçebilme noktasındayaşanan zorluklar ve başarı oranları ortadayken, başta cezaevleri olmak üzere denetim mekanlarında sağlık ve yaşam hakkının korunması ne kadar mümkün olabilir ki..?
Kritik zamanlar kritik kararların alınmasını zorunlu kıldığı kadar, toplumsal red ve kabul ölçülerini de esnetir. “Sağlık hakkı” gibi “amasız, istisnasız” savunulması ve korunması gereken temel bir hak konusunda pandemi nedeniyle bazı kritik kararların alınması zorunluluğu açıktır. Tutuklu ve hükümlülerin sağlık ve yaşam hakkının, devletlerin güvencesi ve sorumluluğu altında olması nedeniyle Çin’den İran’a, İtalya’dan ABD’ye kadar cezaevlerine dair önlemler alındığını veçıkarılan yasalarla mahpuslara tahliye yolunun açıldığını görüyoruz.
Her ne kadar hükümetin gündemine girmiş ve toplumun tüm kesimlerinde yapılan tartışma, yorum ve analizlerin konusu olmuş olsada, Türkiye’de ceza indirimi ve af tartışmaları açısından durum oldukça sıkıntılıdır. Çünkü infaz sistemimizde işlenen suçun niteliğine göre uygulanan farklı infaz düzenlemeleri söz konusudur. Suçun niteliği konusu ise oldukça tartışmalıdır. Yıllardır eleştirilere konu olmakla birlikte varlığını koruyan, benzersiz ve muğlak “terör” tanımı; başta düşünce, ifade ve örgütlenme olmak üzere en temel anayasal hakların kullanımının, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında suça konu edilmesinin ve cezalandırılmasının önünü açmaktadır. Bu durum gündeme “İnfazda Eşitlik” tartışmalarını getirmekte; yine “şiddet” uygulanmış olması, bir unsur ve sınır olarak kabul ediliyorken, kadın ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismara dairtasarıda düzenleme yapılmış olması kabul edilmeyerek “Korona Tahliyesinde Eşitlik” tartışmasını açmaktadır.
Devletin hiçbir mahkumun yaşam hakkını riske atamayacağı gerçeğiyle; objektif ve tarafsız olabilmesi için gözleri bağlı, adaletin dengeli bir biçimde dağıtılması için bir elinde terazisi, diğer elinde adaletin keskin gücünü simgeleyen kılıcı ile Themis’in insanlığa verdiği mesajı hatırlaması gerekiyor.
Tartışmaya nereden başladığınız, konuyu hangi bakış açısıyla ele aldığınız ve ne ölçüde hakim olduğunuz, tartışmanın kaderini belirlediği gibi yapılan tartışma ve yoğunlaşmadan bir sonuç alınıp alınamayacağını da ortaya koyar. Bugün cezaevleri ve mahpuslara dair yapılan tartışmalar yazık ki, seçim döneminde seçmenden oy toplamak için hazırlanan ve seçim kazanma kaygısı dışında herhangi bir amacı olmayan bir tasarı etrafında yoğunlaşıyor. Oysa ki, her açıdan farklı bir durumla karşı karşıyayız. Ülkeler arasında koordinasyon ve işbirliği eksikliğinin gün yüzüne çıktığı yalnızca ülkeler arasında değil insanlar ve hükümetlere karşı duyulan güvensizliğin çözümsüzlüğü beraberinde getirdiği bu süreçte, çözüm olarak ortak hareket etme ve dayanışmanın gösterildiği, “İnsanlık virüs karşısında safları sıklaştırmalı” görüşünün yaygınlaştığı tarihi günleri yaşıyoruz. Ayrıştıran dil ve kutuplaştıran yaklaşımların çözüm olarak sunulduğu, toplumun çıkarını gözetmeyen düzenlemelerin mahkumu olmak kaderimiz olmamalı. Farklılıklarımızı bir tarafa bırakıp evrensel değerleri merkeze alarak, çözümün tarafı olabiliriz. “Farklı bakabilmek ve farkı görebilmek” için en zor şartlar altında dahi olsa umudu büyütebiliriz.
Pandora’nın alegorik öyküsü ile anaerkil eşitlikçi düzenden ataerkil sınıflı düzene geçiş, kutsal sayılan “Ana tanrıça” kültünün yerini “Günahın sorumlusu kadın” imajına bırakmasıyla ifadelendirilmişti. Madem nereden baktığımız ve nasıl ele aldığımız davranışlarımıza yön veriyor ve alacağımız tutumu belirliyor, köklerini mitolojiden alan yeni bir alegori ile Pandora’nın umudun koruyucusu olduğunu da söyleyebiliriz. O zaman kadının varlığının umudun kendisi olduğunu ifade ederek “Kadın varsa umut da vardır!” diyebiliriz.
Bir titan olan Prometheus’un tanrılardan çalarak insanlara verdiği ateş, bugün kadının özgürlük ve bağımsızlıkla kurduğu evrensel bağla harlanmış; zincirlerinden kurtularak adım atan kadının elinde tuttuğu meşale ile ölümsüzleşmektedir. Ve ateş bilgidir, karanlığı yok eden ışıktır. Ateş yandıkça umut vardır... Kadın varsa umut vardır… Ve karanlığın çökmesine izin vermeyecek olan kadınlardır.