Çağın Kadim Sesi: Jin

  • 09:06 26 Nisan 2024
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
"Ve biz bu girişten sonra biraz ürkek biraz kaygılı 'Jin' kelimesine yaslanıyoruz usulca. İdealist ya da materyalist yorumlara kaymadan yaşamı olduğu gibi anlatan bu kelimenin zaman ve uzamın bilgisini taşıdığını iddia ediyoruz. Çünkü yerin yüzünde bozulan ahengin ana nedenine dokunuyor. Kadın ile yaşam sömürüsünün diyalektik bir bağ içinde olduğunu anlatıyor. Ve bu sömürünün ne zamandan ne de uzamdan bağımsız olmadığının bilgisini veriyor."
 
Nagihan Akarsel 
 
Buradan yola çıkarak ruhsal ve düşünsel dünyamızın bütünselliğinde hakikatin izini sürüyoruz. Bu kelimenin bilimini yapıyoruz. Jineolojî bize bu cesareti veren büyülü bir sözcük. Jin’den besleniyor. Bize kim olduğumuzu söyleyen bir kelam. Bize bilmediğimiz sözcüklerin yanı sıra bilip de yitirmiş olduğumuz, aradığımız sözcüklerin yerini söylüyor. Jineolojî yürekten bir ses olan “jin”e dayandığı için toprağın dokusunda, toplumun gözeneklerinde, yaşamın ahenginde bilgi ve yöntemlerini arıyor. Ve anlam bilimi tanımına adım adım kadınların sesini yükseltmesi, yaşamla kucaklaşması, topluma dayanması, doğayı keşfetmesi, evreni anlaması ile kavuşuyor. Meksika’dan Tunus’a, Şili’den Kürdistan’a, Amerika’dan Arjantin’e yaşamın her alanında seslerini yükselten kadınlar bu yolda ilerliyor. 
 
Jin’in bilimi olma yolunda jin’i anlamak bu nedenle stratejik bir önem arz ediyor. Ve jin’i anlamak düşündüğünü söyleyen, söylediğini yapan ruhun canlandığı coğrafyaların öykülerini bilmeyi gerektiriyor. Bu öykülerden biri de ne İskender’in ne Timur’un ne Arapların ne Farsların geçemediği Zagros dağlarında yaşanıyor.  Zagroslar’da buluşan Ninhursag ile Mizgin Ronahi’nin ruhsal ve düşünsel bütünlüğünü ve gerçeğini anlamaktan geçiyor. Düşündüğünü hisseden, hissettiğini söyleyen ve söylediğini yapan ruhun yeniden canlandığı dağların öyküsüdür çünkü onların öyküsü. Ve bu öykü jin’in ve onun bilimi jineolojînin öyküsü. Bu öykü kendi kökleri üzerinde Mezopotamya topraklarında canlanıyor. Abdullah Öcalan’ın “Ben benim.” sözü ile bizi sar(s)ıyor. “Ben benim. Ben insanım, bilimce açıklandığı kadarıyla zaman bakımından en azından on beş milyar yıl öncesi gerçekleştiği iddia edilen büyük patlamadan (big-bang) bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı olduğuna inanıyorum. Bunu seziyor ve biliyorum. Bu anlamda kendini bilmek, tüm zamanı ve evreni bilmekle özdeştir.”  diyor. 
 
Evet ihtiyacımız olan o eskil kadim ses jin’dir. “Jin” Kürtçe’de hem yaşam hem kadın anlamına gelir. Jin kadının ve yaşamın sesidir. Kadın ve yaşam sözcükleri Kürtçe’de olduğu gibi birçok dilin etimolojisinde de birbirine yakındır. Örneğin Hurrice “aşt” ve “asta”, Sümerce “nita” ve “ti”, Zazaca “cinî” ve “ciwi”, Soranca, “afratan” ve “giyan”, Hawramice’de “jeni” ve “jîwa”, Farsça “Zen” ve “zendegi”, Yunanca “gyno” ve “bio”, Rusça “zhenshchina” ve “zhizn”, Almanca “frau” ve “leben”, Arapça “mer’e” ve “aiş, hayat” bu anlamı karşılar. Etimolojik olarak bu kelimeler arasındaki ortak bağın üretkenlik, yaratıcılık ve kutsallık olması dikkat çekicidir. Ve “jin jiyan azadî” formülü kadın doğasının özgürlükle olan bağında yaşamın nasıl anlam kazanacağını anlatıyor. Yaşamın gizemli denklemi olmayı başarıyor. Ve bu formülün tüm dünya kadınları için ilham kaynağı haline gelmesi de ayrıca bir yazının konusu olarak ele alınmayı hak ediyor. 
 
Jin kadının yazgısını köleliğe, huyunu çaresizliğe, kurtuluşunu evlilik hayallerine kaydeden sömürgeciliğe karşı kadını varlığının bilgisine çağırır. Bedeni efsanelerle lanete, kutsal kitaplarla günaha, filozofların referansıyla denetlemeye, bilim aracılığıyla makineye, reklamlarla işe indirgeyen ontolojik sapmalara meydan okur. Kendinden kaçan, hemcinsiyle rekabet eden, erkeğe yaranmayı yaşam bilen kadının toplumla bağının tabu, günah ve suç üzerinden olmasına karşı çıkar. Bunun farkındalığını yaşadığı ve mücadelesine giriştiği an’larda ise zigguratlardan beyaz saraylara her daim aynı olan en yetkin özel ve psikolojik savaş yöntemleriyle karşı karşıya kalır. Buna karşı öz potansiyelini, bilgisini ve bilgeliğini oluşturma arayışına girer. Yabancılaşmaya karşı kendi olmayı yani xwebûnu öğrenmesi gerektiğini öğrenir. Farkında olduğu an yabancılaşmaya karşı kendi bilgisini oluşturmaya başladığı an’dır aynı zamanda. Ve bu oluş yaşam bilgisini değersiz kılan egemen sistemin bir başka ifadeyle devletli uygarlığın farkındalığıdır aynı zamanda. Bilgilerini oluşturma ile bilgilerinin değerli olduğunun farkına varma iç içe gelişir. 
 
Kutsal olan lanete dönüştürülür 
 
Devletli uygarlık ontolojik olarak kadının doğasında bu köleliği birbiriyle bağlantılı bir şekilde sosyal, psikolojik ve biyolojik olarak inşa eder. Ve ruhumuz, aklımız ve doğal döngülerimiz üzerinden bunu yapar. Çünkü bu uygarlık yabancılaşmayı modernlik, metalaşmayı özgürlük, doğal döngüyü günah, ayıp, tabu olarak sunar. Evrenin oluşumunu bedenimizde hissettiğimiz “doğayla en nazik bağımız, bitmemiş yaşam akıntımız” (Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi) olan en doğal döngümüz regl hastalık, günah, suç, ayıp, tabu olur. Oysa ay döngüsü Latince “menestration”, Sorani “suri mangane”, Türkçe “aybaşı”, Arapça “devreyi şar”, Kurmanci, “heyvik” anlamına gelir. Kutsaldır. Ama uygarlık ile beraber her ay üşenmeden lanet okuduğumuz, gizli saklı geçirdiğimiz bir hastalığa dönüşür. Ayın döngüsü ve çiçeğin filizlenmesi ile eş olan bu yaşam enerjisinin lanetlenmesi insan kutsalına yapılan profesyonel bir saldırı olur. Kutsal olan lanete dönüştürülür. Kutsal ile lanetin savaş meydanı bedenimiz olur. Bu akışkan enerjimizin ve sezgisel dünyamızın tahrip edilmesinin biyolojik boyutu olur. En üretken dönemlerimiz işgal edilir. Özgürlük yetisinden yoksun olduğumuz iddia edilerek kölelik kültürü bedenimizden başlayarak ruhumuza, aklımıza çok çeşitli yöntemlerle işlenir. 
 
Kadının özneliğinde yaşamın bilgisini örmek
 
Güne güneşe saygı ile başlayan, yerin altında yılanı, yerin yüzünde yaşamı, göğün yüzünde turnayı anlamlandıran ve kutsallaştıran doğamız tahrip edilir. Duygu ve düşünce bütünlüğünde doğayla arkadaş olan, kehanet ve öngörüleri ile yaşama öncülük eden tanrıça kimliği en çok bu dönemde karşımıza çıkar. Riena Eisler Kadeh ve Kılıç isimli kitabında kadeh ile birbirimize ve evrendeki her şeye bağlanmamızın formülünü kılıç ile de bundan kopuşun tarihini anlatır. Tanrıça kültürünü yeniden canlandırmanın, manevi geleneği canlandırmak olduğunu anlatır. Yeniden doğuş kadar insan bilincinin yeniden aydınlanması olan Tanrıça sembolü insan ilişkilerinin ölüme değil yaşama dayanan kültürünün sembolüdür aynı zamanda. Manevi dönüşümün, doğayla ahenk içinde yaşamı anlama arayışının ve bütünselliğin bilgisini taşır. Bu döngüde bilince ve bilgiye jin’in bilgisi ile gitmek dönüşüm ve aydınlanmanın da “jin jiyan azadî” formülüdür. Çünkü Jin’in bilgisi kadın ve yaşam üzerinde kurulan tüm tahakküm ilişkilerinin farkında olmak ve kadının özneliğinde yaşamın bilgisini örmektir. 
 
Çatalhöyük’ten Çayönü’ne, Göbeklitepe’den Karahantepe’ye birçok arkeolojik veri bu kutsallığı ve doğa ile olan bütünselliği anlatır. Turna kuşunun kolektif yaşam gücü ile tek eşli olma gerçeği birçok sembolde karşımıza çıkar (Esra Öner, Gevher Divanında Kuşlar, Sosyal Araştırmalar Dergisi). Elinde kanatlı yılan asası tutan heykeller adeta yerin altı, yüzü ve üstünün bilgisini verir. Bu anlamlar birçok efsane ile de karşımıza çıkar. Adeta makro evren mikro evrende tanım bulur. 
 
Ancak kölelik süreci ile beraber yaşamın kaynağı büyüleyiciliğini yitirir. Bu büyüleyicilikte akan enerjimiz donar. Enerjimiz cinlerin, pirabokların (Kürtçe’de korkuyu anlatan ve cinlerin anası anlamında kullanılan bir kelimedir.), cadıların bilgeliğini lanetlemek için kullanılır. Duygularımız akıldan koparılır. Sosyal bilincimiz olan duygusal zekâmız zayıflıkla özdeşleştirilir. Bilgilerimiz değersizleştirilir. Sezgilerimiz yaralanır. Hayat ile olan tek bağımız kız kardeş, eş ve anne üzerinden şekillenir. Doğum gücümüz ataerkil düzene erkek çocuk doğuran bir makinaya dönüştürülür. Evrenin büyüsüne merak salan bilge kadınlar katledilir. Belleğimiz parçalanır. Bunun farkında olmak ise büyük emek ve bedeller gerektirir. Çünkü doğduğumuz anda cins kimliğimiz üzerinden değerimiz belirlenir. Aile kurumu ile bu kimlik değersizlik üzerinden inşa edilir. Camiye, kiliseye, sinagoga, okula ilk adımımızı attığımız andan itibaren ise parçalara bölünürüz. Toplumla tanışmamızda ilk karşılaştığımız gerçek bu parçalanmışlık olur. Geçim derdi, soy sürdürme telaşı bizi parçalar, böler. Duyguyu, hissi düşünceden, kalbi beyinden, ideali gerçekten, özneyi nesneden, ahlakı güzellikten, tarihi bugünden, cinselliği sevgiden, özel yaşamı kamu yaşamından, bilgiyi bilgelikten ayırmayı öğreniriz. Doğruyu söyleyen dil, güzeli temsil eden beden, iyiyi arayan ruh yerine güce ve çıkara endeksli bir dil, beden ve ruh ikame ederiz. Bu düzen yabancılaşmayı salık verir. Bizler nesnelliği din yapanların kıskacında nesnelerin hizmetinde olan nesnelere dönüşürüz. Bu düzen ekonomiyi paraya, kârı özelleştirmeye, kurbanları cezalandırmaya, insanın insanla savaşmasına, konuşan ama üretmeyen politikacılara, oy kullanan ama seçmeyen vatandaşlara, iktidarı güçlendiren bilgi ve iktidara dayanır. Bireyin üretiminin ürün vermediği, emeğinin değersiz olduğu, anlamın sanal yani yalanda boğulduğu bir çağın taşları döşenir.
 
*Yazının Devamı “Köklerine Dayandığı Kadar Akışa İnanan Bir Bellek” başlığıyla haftaya yayınlanacaktır.
 
*Bu yazı, Jineolojî dergisinin “21. Yüzyılda Bilimciliği Aşmak” dosya konulu 26'ncı sayısından kısaltılarak alınmıştır.