Pandemi kıskacında mülteciler
- 09:06 9 Eylül 2022
- Jıneolojî Tartışmaları
"Sınır dışı edilme tehlikesi sebebiyle mülteciler, herhangi bir sağlık sorunu yaşadıklarında, koronavirüse yakalandıklarında hastanelere gidemiyor, tedavi göremiyor ve ilaçlara ulaşamıyorlar. Tüm bunlardan yola çıkarak mültecilerin açık bir şekilde gözden çıkarıldıklarını ve ölüme terk edildiklerini görmekteyiz."
Şilan Bingöl
2019’un sonlarında ortaya çıkan koronavirüs salgınının kısa sürede tüm dünyaya yayılmasıyla beraber, küresel ölçekte yeni bir döneme girildi. Her devlet kendi ülkesinde, virüsle savaşmak adına aldığı “sıkı tedbirler” ilan etti. Pandemi ve devletlerin pandemi uygulamaları, ekonomik, siyasal ve toplumsal krizleri de beraberinde getirdi. Sokağa çıkma yasaklarıyla beraber halka "eve kapanın” çağrıları yapıldı. Pandeminin ilan edilmesiyle beraber, devletler, virüse karşı tüm toplumun beraberce bir savaş yürütmesi gerektiğinden ve bunun için devlet tarafında konulan yasaklara uyma zorunluluğundan bahsetti/bahsediyor. Fakat halk sağlığını yüksek oranda tehdit eden bu virüs, devletlerin gözetim-denetim aygıtlarını genişletmesine de büyük ölçekte bahane oldu. Virüse karşı halkı savaşa davet eden, insanların sokağa çıkma yasaklarına uyup evlerinde kalmalarına yönelik söylemlerde bulunan, aksi durumda yaptırımlarda bulunan hükümet, işsizlere, evsizlere, mültecilere yönelik tek bir kelime etmedi ve çözüm sunmadı. Dünya genelinde devletler sınırlarını kapatıp ülkelerine giriş çıkışları yasakladılar. Pandemiden önce de mültecilerin ekonomik, sosyal, hukuki, kültürel ve daha birçok alana erişimleri zaten yokken veya kısıtlıyken, pandemiyle beraber bu durum katlanarak artmaya devam etti.
Çaresizlikten kayıt dışı ve güvencesiz çalışıyorlar
Öncelikli olarak pandeminin ilk dönemlerinde ülkelere iltica başvurusu yapan mültecilerin sayısının oldukça azaldığı söylenebilir. Avrupa İstatistik Ofisi’nin verilerine göre Mart 2020’de başlayan tedbirler sebebiyle, AB üyesi ülkelere yapılan iltica başvurularında 2019’un aynı dönemine göre yüzde 68 azalma yaşandı. Fakat pandeminin ilk dönemlerine kıyasla bu sayı tekrardan artmaya başladı. Zira sömürgeci kapitalist devletlerin, bölgesel iktidarların halklara yönelik savaş ve saldırıları pandemi sürecinde de devam etti. Dolayısıyla, hâlihazırda Suriye ve Afganistan gibi birçok ülkede savaş ve çatışmalar sebebiyle insanlar yerinden edilmeye devam ediyor. Bununla beraber, pandemi süreci, mültecilere dönük her alandaki şiddet olaylarına yenilerini ekledi ve mülteciler, pandemi kaynaklı hak ihlallerine yollardan, sınırlardan ve kamplardan itibaren maruz kalmaya başladılar. Öncelikle, mülteci işçiler, başka seçenekleri olmadığı için, şikâyet edemediklerinden yani çaresizliklerinden dolayı geldikleri ülkelerde kayıt dışı sektörlerde, iş güvenliği olmadan ve oldukça düşük ücretlerle güvencesiz bir şekilde çalıştırılıyorlar. Pandemi sürecinde mülteciler ya bu şekilde sömürüldü ya da çalışamadılar. Örneğin katı atık toplayan mülteci işçiler pandemi sürecinden en çok etkilenenler oldu. Zira zaten pandemi süreci işlerini olumsuz etkilemişken bir de ceza alma korkusuyla evlerinin yakınından uzaklaşamadılar. Başka geçim kaynakları olmayan ailelerini geçindirmek zorunda olan ve kiralarını, faturalarını ödemek zorunda olan milyonlarca mülteci işçi, hiçbir destek olmaksızın devlet tarafından "hayat eve sığar” sloganıyla evlere kapatıldı.
Yüzde 90’ı yeterli gıdaya erişemedi
Mülteci Destek Derneği’nin çalışmasına göre, mültecilerin yüzde 90’ı pandemi sürecinde yeterli gıdaya erişemedi. Zaten yoksulluk sınırının altında yaşayan mülteciler, pandemi sürecinin eşitsizlikleri derinleştirmesi ve çok boyutlu hale taşımasıyla beraber daha fazla yoksullaşmaya ve sömürülmeye başlandı. Öte yandan pandemi sürecinde mültecilerin en fazla mağdur olduğu alan, sağlık alanı oldu. Zira mülteciler zaten temel sağlık hizmetlerine ulaşamıyorlarken, pandemi süreciyle beraber mültecilerin yaşamları hepten tehdit altına girdi. Sınır dışı edilme tehlikesi sebebiyle mülteciler, herhangi bir sağlık sorunu yaşadıklarında, korona virüse yakalandıklarında hastanelere gidemiyor, tedavi göremiyor ve ilaçlara ulaşamıyorlar. Tüm bunlardan yola çıkarak mültecilerin açık bir şekilde gözden çıkarıldıklarını ve ölüme terk edildiklerini görmekteyiz. Bir yandan sıkı kısıtlamalar ve tedbirlerle insanların pandemiden sağlıklı bir şekilde çıkacakları söylenirken, öte yandan örneğin mülteciler ölüme terk ediliyor. Foucault’nun yaşamı ve insanı merkezine alan, fakat bunu yaparken kimilerini de ölüme atan biyo-politika kavramı burada karşımıza çıkıyor. Biyo-politikanın ölümü ve hayatı kontrol etmeye dayanan mantığının üretken nüfusa etkisi bakımından kimlerin yaşatılıp, kimlerin ölüme terk edilebileceğine dair bir tercihi de beraberinde sürüklüyor; biyo-iktidarın asli bir parçası olan “biyolojik ırkçılık” gün yüzüne çıkıyor. Böylece yaşaması gerekenlerle ölüme terk edilmesi gerekenler arasındaki ayrım da netleşiyor.
Cinsiyet temelli şiddet ve ayrımcılık
Bununla beraber, covid-19 pandemi süreci elbette ki toplumsal cinsiyet tabanlı ayrımcılık ve şiddeti de çeşitli boyutlara taşıdı ve derinleştirdi. Kadın ve LGBTİQ+ mültecilere yönelik şiddet de her alanda artmaya devam etti. Özellikle sağlık hizmetlerine erişimleri gittikçe zorlaştı. Bunun yanı sıra, zaten hayatlarının her alanında, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa maruz kalan mülteci kadınlar, pandemi sürecinde ev içi iş yüklerinin ve aile içi erkek şiddetinin artışıyla beraber cinsiyet temelli şiddetle de mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Pandemi süreci öncesinde de sürekli olarak fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik her türlü şiddete maruz kalan mülteci kadınların yaşadıkları çok boyutlu şiddet sarmalı, pandemi ve beraberinde getirdiği sosyal izolasyonla beraber daha da görünmez hale geldi. Kısacası mültecilere dönük şiddet ve hak ihlalleri her alanda yaşanıyorken, buna bir de toplumsal cinsiyet eşitsizliği eklendi ve pandemi bu ayrımcılıkları daha da derinleştirip artırdı/artırmaya da devam ediyor.
Eşitsizlikler derinleşti
Ortadoğu’da hegemonya kurmak isteyen kapitalist ve sömürgeci devletlerin savaş politikalarında en fazla zararı görenlerin başında mülteciler geliyor. Öte yandan, tüm dünyayı etkisi altına alan pandemi, toplumda var olan eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Bu süreçle beraber en temel haklardan zaten kısmen yararlanan veya hiç yararlanamayan mülteciler, çok büyük mağduriyetler yaşadı/yaşamaya devam ediyor. Özellikle sağlık alanına erişimi olmayan mültecilerin, hastanelere gidip tedavi olamamalarından ötürü, pandemi sürecinde hayatları daha çok tehlike altında. Pandemi sürecinde bir yandan insan yaşamının kutsallığından dem vurulup bunu tehdit eden virüsü yenmeye yönelik olduğu söylenen sıkı kısıtlamalar, denetimler getirilirken, öte yandan bu süreçte mülteciler gibi bazı gruplar gözden çıkarılarak ölüme terk edilmekte.
Direniş ve dayanışma çözüm olur
Mültecilere yönelik bu çok boyutlu şiddet ve ayrımcılık sarmalına ancak çok boyutlu bir direniş ve dayanışma çözüm olabilir. Mülteci düşmanlığı içerisinde ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, kadın düşmanlığını, emek sömürüsünü bir arada barındırıyor. Dolayısıyla mücadelenin de tüm bunlara karşı ırkçılık karşıtı, antikapitalist, anti-sömürgeci olması gerekiyor. Bu noktada mültecilere yönelik bu ayrımcılıkları ve sorunları teker teker ele almak indirgeyici ve çözümden uzak olacaktır. Çok boyutlu yaklaşım, konular arasındaki ayrımı reddederek ve kapitalizmin, cinsiyetçiliğin evrensel özelliğini hesaba katar. Bu çok boyutlu yaklaşım, otoriter rejimler ve neoliberalizm arasındaki ittifakı gözden çıkarılan grupları hedef aldığı bu dönemde gereklidir ve bu yaklaşım, kurtuluşun tüm davasını kucaklayan bir feminizmin dışavurumu olacaktır. Bu noktada, devletlerin kapitalist, sömürgeci, cinsiyetçi politikaları bizleri bölüyor, bireyselleştiriyor ve geriye itiyorsa, bizlerin de bunları militan tecrübeye taşıması gerekiyor.
Mücadele yöntemlerini doğru belirlemek
Benzer şekilde daha önce bahsettiğimiz gibi Michel Foucault’ya göre de, biyo-iktidar gibi yeni iktidar biçimlerine karşı girişilecek mücadelede yeni araç ve yöntemlere ihtiyaç vardır ve yeni “silahlar” icat etmek gerekecektir. Söz konusu yeni iktidar biçiminin içinde ve ona karşı koyacak güçlerin/mücadelenin yöntem ve araçlarını doğru belirlemek ise kelimenin gerçek anlamıyla hayati önemdedir ve iktidarın ontolojik koşulu olan direniş, süreçteki tüm güçlerin üstündedir. Öte yandan, Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” adlı kitabındaki Foucault eleştirisinden yola çıkarak, bu yöntemler ve araçlar belirlenirken ideoloji ve sömürgeciliğin göz ardı edilmemesi gerektiğini ve aslolanın madunun konuşabileceği ve aynı şekilde onu gerçekten duymanın da mümkün olacağı bir ortam yaratmak olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada en önemli şey ise modern sömürgeci sistemin sorgulanacağı ve mültecinin kendi sesiyle var olabileceği bu ortamı yaratmak olacaktır. Bu noktada, iktidarların gözden çıkardığı, her türlü şiddetin ve ayrımcılığın hedefinde olan mültecilere yönelik girişilecek mücadelede de, yeni araç ve yöntemlere ihtiyaç olacaktır. Çok boyutlu diye tarif ettiğimiz antikapitalist, ırkçılık karşıtı, cinsiyet eşitliğini savunan bir mücadele ve direniş formu mültecilere yönelik düşmanlıkta, yeni araç ve yöntemleri doğru bir şekilde belirlememize olanak sağlayabilecektir. Ve bu noktada en önemlisi mültecilerin kendi sesleriyle, tüm benlikleriyle var olabilecekleri bir dünyanın varlığı olacaktır.