Kurban olan beden 2024-11-01 09:10:03        “Foucault'nun düşündüğü gibi; kendisine karşı direniş oluşturmayan hiçbir güç ya da otorite bulunamaz. Herhangi bir iktidara karşı olası cevaplar, tepkiler ve önlemler tam bir dizidir. Bu tepkiler, iktidarın kalbinde gerilim ve istikrarsızlık yaratacaktır. Kadınların meydanda ve sokaktaki direnişi, varlığı ve fethi, erkek egemenliğinin artık kontrol edemediği indirgenemez muhalefettir.”   Beyan Ezizi   Kurban olan beden hakkında konuştuğumuzda namus cinayetinden bahsediyoruz. Namus cinayeti derken Sarina'nın kana bulanmış gömleğinden, Hujan'ın mosmor ve zayıf vücudundan, Sergül'ün parçalanmış vücudundan, Vefa'nın kafatasını paramparça eden kurşunlardan, Sefran'ın kopmuş kafasından ve kırık bacaklarından bahsetmeliyiz. Leila'nın ve bütün katledilen kadınların katilleri hâlâ aramızda yaşıyor, ekmek kuyruğunda bekliyor, işe gidiyor ve belki de kız kardeşini, eşini ya da kızını öldürdüklerini kendilerine hatırlatmak için mahkeme mektubunu bekliyorlar...   Kürdistan'ın Rojhilatında kurban olan kadın bedeni; kadın ve erkek arasındaki yasal, kültürel ve dilsel eşitsizliğin canlı bir tanığıdır. Namus cinayetleri ve intihara sürükleme gibi kadına yönelik şiddetteki artış, Kürdistan'a veya İran'a özgü değil. Bununla birlikte, kadın mücadelesinin yenilikçi geleneklerine ve Çiya (dağ), Bajar (şehir) mücadele ve direnişlerindeki varlıklarına rağmen şu soru ortaya çıkıyor: Kürdistan, neden en yüksek namus cinayeti istatistiklerine sahip toplumlardan biri?   Buna rağmen şiddet uygulayan, kınanması gereken baskıcı kişinin ve mağdurun bir arada bulunmasına ve Kürdistan'da bu şiddetin artan eğilimine tanık oluyoruz. Namus cinayeti (Honor Killing) olarak bilinen şey, Birleşmiş Milletler'in insan hakları tartışmalarında ve diğer yasal ve sosyal konularda yer almaktadır. Namus cinayeti, kadın cinayeti adı verilen daha büyük bir grubun kapsamına giriyor. Mağdurunun kadın olduğu bir cinayet, cinsiyete dayalıdır ve çeşitli faktörlerle ilişkilidir. Aslında ne zaman namus cinayetinden bahsetsek, ataerkil kültür ve geleneğin etkisi, eşit olmayan hukuk yasaları, siyasi alanda eşitsizlik, yoksulluk, sefalet, koruyucu yasaların olmaması, sivil kurumların zayıflığı, kadın hakları derneklerinin eksikliği, toplumsal cinsiyet adaletinin olmaması ve bunlar gibi birçok önemli göstergeyle anlamlı ve iç içe geçmiş bir bağlantı kurmamız gerekiyor. Bu arada, kesişimsellik teorisine (Intersectionality theory) bir göz atmalıyız.   Kesişimsellik teorisi   Kesişimsellik teorisi, toplumun yapısıyla ilgili baskı merkezlerinin kesiştiği noktada kadınların ve kadın mağdurların konumunu açıklayan bir teoridir. Kadını erkeğin mülkiyetine sokan birçok yasal madde var ve bu yasalar; baba, erkek kardeş, eş tarafından öldürülmesi durumunda katili ceza almaktan muaf tutuyor. Bu yasalar aynı zamanda cinayeti işleyen kadının erkek kardeşi ve eşini da azaltılmış cezaya tabi kılmaktadır. Bunlar arasında 630. madde ile 295. maddenin 2. notu, 220. madde, 226. madde, 22. madde ve diğer yasa maddelerinde kadın; “Mahdurü'd-Dam” (Öldürülmesi gereken suçlu) olarak görülmektedir. Bu yasalar aynı zamanda bir katilin de ceza almasını önlemektedir. Söz konusu yasal hükümler ve maddeler, katilin hukuken firar etmesinin ve namus cinayeti faillerinin cezalandırılmamasının yolunu açmaktadır. Bu yasalar, aynı zamanda mağdurla ilgili her türlü ahlaki yargının da yolunu açmaktadır. “Cinayet” kelimesinden sonra gelen “namus” kelimesi, mağdurun kamusal alanda ve iletişim çevrelerinde suçun çirkinliğinin bir kısmını ortadan kaldırmaktadır.   Cinayetten sonraki durum, önemli bir durumdur. Namus cinayetinden sonra, maktulün bedeni kadın olmasına rağmen kadının annesi ve yakınların katil için ceza isteme ve şikayet hakkı yoktur. Suçtan sonra kadının annesi, çocuğu veya yakınları için tazmin mekanizması uygulanmaz ve ortada onarıcı bir adalet sistemi yoktur. Aslında suçun ağırlığı ile ceza; onarıcı adalet ile etki alanı arasında bir orantı yoktur. Ayrıca “sembolik şiddet” ile ilgili belirtmek gerekir ki kadın cinayetlerine dair her haber ve bilgi, toplumda kadınlarda endişe, güvensizlik ve belirsizliği körüklüyor. Bu durumda kadınlar, yaptıkları her hareketin yargılanıp cezalandırılacağını düşünmekte ve psikolojik olarak sömürülmektedirler. Burada ise insan, bedensel bir belgedir. Kültürel-sosyal bir olgu olarak insan bedeni; kültürel beden, beden davranışı, kutsal-kirlenmiş beden, nesne-beden ve özne-beden kavramları gibi farklı söylemler de önerilmiş ve değerlendirilmiştir.   Namus cinayetlerinde kadın, temiz olmayan bir beden olarak aile ve toplum dışına atılmaktadır. Tıpkı Julia Kristeva'nın bulaşma teorisinin özne ile kirlenen/reddedilen şey arasındaki ilişkiyi ele alması gibi. Bulaşma ve reddetme süreci, öznenin kirlenmiş olarak kabul ettiği bir şeydir ve bu ölçüyle kendi öznelliğinin, dilbilimsel yansıtma ve yansıtmalarda yarattığı bir öznelliğin mahremiyetini savunmaya çalışır.Kirlenen, her zaman bir şekilde var olduğundan özne ile kirlilik arasındaki çatışma da her zaman vardır. Kahramanın bedeni, trajik beden ve savaşçının bedeninin aksine kadının kurban olan bedeni, temiz olmadığı düşünüldüğü için toplum tarafından reddedilir. İster erkek ister siyasi sistem olsun iktidar kurumunun otoritesini tesis etmek için disiplin rejimleri uygulamak, bedeni dış kurallara göre nesneler biçiminde şekillendirir.   Jîna’nın katledilmesi…   Kürdistan, son yıllarda İran'da namus cinayetleri ve kadın intiharlarının en çok yaşandığı bölgelerden biri oldu. Kadınların yenilikçi gelenekleri, mücadele ve direniş tarihi onların varlığını ve fizikselliğini vurgulamıştır. Ancak bu toplum; temiz-kirlenmiş ayrımını kontrol edip ortadan kaldırmakta ve kadın bedenini tanımlı ataerkillik kavramları çemberinin dışına atmakta tam anlamıyla başarılı olamamıştır. İktidardaki siyasi yapı, engellemelerini doğrudan uygulamamaktadır. Tarihsel süreçte oluşturduğu normlar, görmek ve söylemek istediğini kimlik yapıları aracılığıyla normalleştirmektedir. Tezahürümüz varsa görürüz, yani bedenimiz görülmeli ve bu beden, görme ve duyma alanına girmelidir. Bunca yıldır kadın ve erkek bedenin arasında bölünme ile karşı karşıya kaldık. Erkek bedeni; konuşmak, hareket etmek, kural ve kanunlar belirlemek için kontrolsüz, korkusuz ve cezasız olarak toplum içine çıkar. Boyun eğdirilmiş, dişil, yabancı, sessiz ve yok sayılan öteki bir beden; genellikle özel ve siyaset öncesi alana sürülür. Bu ikinci sınıfta olan beden, tezahür için bir ön koşul olarak hareket eder. Bu nedenle kontrol edilebilir bir yapıya gizlenir ve fiziksel olarak ortadan kaldırılmayı ve öldürülmeyi mümkün kılar. Çünkü toplum, bu bedenin kirli olduğunu düşünür. Dolayısıyla kadın bedeninin mahrem alana itilmesi, ellere (iktidardakilere) yaşamdan mahrum etme imkanı vermektedir.   Özneliği olan binlerce kadının bir arada bulunduğu Jîna Hareketinde, kadın bedeni üzerindeki tüm bu baskılara karşı direnişe şahit olduk. Jîna'nın kadın bedeni üzerindeki denetim ve sınır koyma kurallarının ihlali nedeniyle ölümüyle başlayan olay; Jin, jiyan, azadî sloganıyla alevlendi ve nesnel meseleyi mücadele alanına taşıdı. Bu hareketin merkezinden bir protesto işareti olarak sokaklarda ayağa kalkan kadınlar; kadınların tasfiyesi, kirletilmesi, öldürülmesi, fiziksel olarak kontrol altına alınması, sürgüne gönderilmesi ve ihmal edilmesine karşı çıkan aktivistlerdi. Toplumda her namus cinayeti ve her kadın intiharıyla katlanarak artan sembolik şiddet, bu ayaklanma dışında kırılması mümkün olmayan bir terör ortamı yaratmıştı. Jîna'nın sembolik ölümü, kontrol kuralları tarafından hayatta kalmaları ve yaşamları bastırılan ve yok edilen tüm kadın kurbanların adını taşır. Geçtiğimiz aylarda gördüğümüz birçok gösteri ve büyük direniş yolları, kadınlar tarafından ve onların aracılığıyla bir ifade ortamı yarattı. Zaten erkek-iktidar sistemi tarafından kontrol edilen kamusal alana meydan okudular. Normların gücünün kamusal alanda sergilenmesi ile özel alan arasındaki ilişkiyi sonsuza kadar kopardılar. İktidara karşı direniş alanlarının oluşumunu bilmek, bu iktidarın farklı parçalarının karmaşık iç içe geçmişliğini anlamamıza yardımcı olur.   Foucault'nun düşündüğü gibi; kendisine karşı direniş oluşturmayan hiçbir güç ya da otorite bulunamaz. Herhangi bir iktidara karşı olası cevaplar, tepkiler ve önlemler tam bir dizidir. Bu tepkiler, iktidarın kalbinde gerilim ve istikrarsızlık yaratacaktır. Kadınların meydanda ve sokaktaki direnişi, varlığı ve fethi, erkek egemenliğinin artık kontrol edemediği indirgenemez muhalefettir. Kadın bedeninin temiz ve dolaysız olarak tanımlanması ve “namus” kelimesinin kaldırılması belirlenmiş sınırlardır. Son ayaklanmada kamusal alanda var olan bedenler, susturulan tüm sesleri ve çeşitli iktidar yapılanmaları tarafından silinen ölü bedenleri temsil ediyor. Bunun yerine Jîna olayı, daha önce birçok kez bastırılan üretken bir gerilimi ve aktivizmi yeniden canlandırdı. Bastırılan konu, bu kez muhteşem ve tamamı kadınlardan oluşan bir delegasyonla kamusal alana döndü.     Bu yazı, Jineolojî Dergisinin “ROJHİLAT” dosya konulu 28. sayısından kısaltılarak alınmıştır.    Farsçadan çeviren: Pune Aştiyani