Erkek şiddetinin kaynağı … (1)

  • 09:01 29 Ekim 2024
  • Dosya
 
Kadın katliamlarında kullanılan temel ideolojiler
 
Rojda Gülsün  
 
HABER MERKEZİ -  Ataerkil zihniyetin sistematik saldırıları altında olan kadınlar bir kırım politikasıyla karşı karşıya.  Bilinçli olarak yürütülen bu kadın katliamları sözde sosyolojik ve bilimsel açıklamalarla gerekçelendiriliyor, haklı çıkarılıyor. Bilimcilik, devletin kadın katliamlarında kullandığı temel bir ideoloji oldu. 
 
Kadın kimliği ataerkil zihniyetin sistematik saldırıları altında 5 bin yıldır bir kırım politikasıyla karşı karşıya. Bu gerçeklik sebebiyle kadınlar ezilen ilk kimlik, ilk cins, ilk sınıf, ilk ulus konumunda. Dünyanın her yerinde erkek egemenliği bu konuda ağız birliği etmişçesine kadınlara karşı sistematik bir savaş başlattı. Taciz ve tecavüz, neredeyse olağan bir hal aldı. Ataerkil sistemin kuruluşları bile artık bu savaşı gizleyemiyor. Sistemin çeperlerinde yer alan UNICEF verileri, bu uygulamaların vahametini gözler önüne sermekte. Bu verilere göre; dünyada her sekiz kadından biri 18 yaşından önce cinsel saldırıya uğruyor. Bunların sadece kayıtlara geçen resmi veriler olduğunu biliyoruz, kim bilir daha nice vakalar var. Kadının adının dahi anılmadığı, toplumsal yaşamda ikincil plana itildiği, erkek egemen zihniyetin mutlak zaferini hedefleyen düzenin şekillendirildiği bu sistemde kadınlara karşı her türlü yönelim mubah görülüyor.
 
Bu nedenle bu yazı dizimizde erkek şiddetinin AKP-MHP iktidarı tarafından nasıl bilinçli bir politika olarak devreye konulduğunu, bu durumun oluşturulmasında iktidar ve kurumlaşmalarının payını, bu mevcut gerçekliğe karşı nasıl bir kadın özgürlük mücadelesi verilmesi gerektiğini irdelemeye çalışacağız. 
 
Kadınlara savaş açılmış 
 
Kadınlara karşı açıktan yürütülen bu savaşta kadın katliamları ise daha korkunç bir tablo ortaya seriyor. 3’üncü Dünya Savaşı’nın yoğunca tartışıldığı günümüzde herkes Ukrayna-Rusya ve İsrail-Filistin savaşını tartışıyor. Kuşkusuz bu savaşlarda da en çok etkilenenler kadınlar oluyor. Örneğin bir yılını geride bırakan İsrail-Filistin savaşında 42 bin insan hayatını kaybetti, bu kayıpların yaklaşık yüzde altmışı kadın. Halbuki sözde bir savaş içerisinde olmayan Türkiye’de AKP-MHP hükümetinin iktidara gelmesinden bu yana işlenen kadın katliamları bu sayıyı aşıyor. Türkiye de, kadınlara savaş açmış vaziyette. Ülkenin dört bir yanında erkek tetikçiler taciz, tecavüz, çocuğa yönelik suçlar ile savaş cephesini her alana yaymış vaziyette. Devlet de erkek tetikçilerini koruyup kollayarak kadınlara karşı uygulanan bu kırım politikalarıyla savaş çığırtkanlığını her geçen gün yükseltiyor.
 
AKP- MHP bu olayların baş müsebbibi 
 
Türkiye’de kadının içerisinde olduğu bu durum son süreçte gelişen kimi olaylarla daha çok tartışılır oldu. Amed’de gerçekleşen Narin Güran katliamı, Tekirdağ’da 2 yaşındaki Sıla bebeğin cinsel işkenceye maruz kalması sonucu hayatını kaybetmesi, İstanbul’da bir erkek tarafından katledilen Ayşenur ve İkbal olayı, Wan’da günlerce kayıp olan ve sonrasında şüpheli bir şekilde cenazesi bulunan Rojin Kabaiş… Bu olaylar sadece bir ay içerisinde gerçekleşenler. Tabi bu tablo kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bu olaylar sistematik bir saldırı furyasının devamı niteliğinde. Erkek egemen zihniyetin biricik temsilcisi, AKP- MHP iktidarı, erkekliği bizzat kışkırtarak bu olayların baş müsebbibi oldu. 
 
Nasıl bir kadın özgürlük mücadelesi verilmeli? 
 
Kadın katliamları Türkiye’de uzunca bir süre gündemde. Dijital medyanın yaygınlaşması ile beraber bu katliamlar artık daha fazla görünür oldu. Fakat katledilen kadınların yaşamları hala 3’üncü sayfa haberlerine konu olmakta. Türkiye’nin mevcut gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda ortada katliamı katbekat aşan bir durum var. Kadın katliamları diyerek geçiştiremeyeceğimiz bir gerçeklik yaşanıyor. Türkiye’de yaşanan durum bir kadın kırımıdır. Bu kırım devlet-yargı-erkek eliyle ortaklaşılarak gerçekleştiriliyor. AKP-MHP iktidarı süresince de artık gizlenemez bir boyuta vardı. Bu nedenle kadın düşmanlığı körüklenerek gerçekleştirilen kadın kırımını daha derinlikli ele almaya ihtiyaç var. Sosyolojik ve tarihsel olarak Türkiye’de kadın kırımı ele aldığında korkunç manzaralarla karşılaşıyoruz. Uzun uzadıya bu tarihsel gerçekliği anlatmaya satırlarımız yetmeyebilir, ciltler dolusu kitaplar bile belki anlatmaya yetmez. 
 
Katliamlarda uygulanan yöntemler 
 
Kırım düzeyinde uygulanan kadın katliamlarında, erkeklerin kullandığı yöntemler şu aralar gündemde. Halbuki geçmiş süreçte yaşanan katliamlarda da benzer olaylara tanık olmuştuk. Pınar Gültekin, Özgecan Arslan, Münevver Karabulut ve daha niceleri… Son olarak da İstanbul’da Ayşenur ve İkbal ‘in katledilmesi bu yöntemleri bir kez daha gözler önüne serdi. Kadınların katledilme biçimlerini yazmaktan bizler utanıyoruz. Ama failler katletme yöntemlerini katmerleştirmekten utanmıyor. Sadece kadınları katletmekle kalmayan, cenazeleri üzerinden de bin bir türlü oyun sergileyen bir erkeklikten bahsediyoruz. Erkek nefretinin bu düzeyde ortaya çıkması kesinlikle sıradan bir durum değil. Bu durumun kaynağı münferit olaylar olarak lanse ediliyor. Erkeğin toplumdan dışlanmışlığı, asosyalliği, psikolojik sorunlarına bağlanılıyor. Çeşitli komplo teorileri devreye konuluyor. Bir bütün sistem sorgulanacağına sanki erkeklerin aniden ortaya çıkmış karakteristik yapısı olarak ele alınıyor bu durumlar. Yine ‘cinnet vakaları’ olarak dile gelen ve tüm aile üyelerini katledip kendisi de intihar eden erkekler de ya bu kapsamda ele alındı ya da fail de öldüğü için bu olaylar sorgulanmadı. 
 
Haberlerin servis ediliş tarzı
 
Dîlok’ta (Antep) 12 Ekim’de,  ajanslarda geçen haberi bu somut durumu gözler önüne seriyor: “Antep'in Merkez Şahinbey ilçesine bağlı Güzelvadi Mahallesi 43 No'lu Sokak'taki bir evde oturan Ahmet Demir, evli olduğu Emine Demir ile üçü kız biri erkek dört çocuğunu ateşli silahla katletti. Ahmet Demir daha sonra aynı silahla intihar etti. Mahalleye çok sayıda polis ve sağlık ekibi gönderilirken, katliam yapan Ahmet Demir'in psikolojik sorunları olduğu öne sürüldü.” Son olarak da “incel” gruplar üzerinden bu katliam açıklanmaya çalışıldı. Sanki sadece dijital medya üzerinden örgütlendirilen bu grubun üyeleri kadın düşmanlığı ve katliamı yapıyormuşçasına haberler servis edildi. Kimse sistemi köklü ve derinden sorgulama ihtiyacı duymuyor. Bu erkek katliamının bizzat iktidar tarafından kışkırtıldığını görmüyor. Halbuki kadın mücadelesinin ortak bir sloganı haline gelen ‘kadın cinayetleri politiktir’ belirlemesi iktidarın temel bir politika olarak kadın katliamlarını örgütlediğini gösteriyor. 
 
Akademinin kadın katliamlarındaki etkisi 
 
Bu sonuca ulaşmamızda önemli veriler var. Özelde bu katliamlardan sonra iktidarın kimi temsilcilerinin yaptığı açıklamalar adeta bu verileri doğruluyor. Çok geriye gitmeye gerek yok, son olarak katledilen Ayşenur ve İkbal olayından sonra sözde bir profesör dehşet verici açıklamalarda bulundu. Ebubekir Sofuoğlu adlı bu profesör aynen şöyle söylüyor: ‘Eğer bu kızcağız İslam hassasiyeti ile yetiştirilmiş olsaydı kendisine namahrem olan bu katille hiç tanışmayacaktı bile ve şu an hayattaydı. İslami hassasiyetler çiğnenmeye devam ettikçe tabi ki istemiyorum ama bu acı hadiselerle ne yazık ki karşılaşmaya devam edeceğiz.’  Kadın katliamlarından sonra kadının ne giydiğini, neden geç saatlerde sokakta tek başına olduğunu sorgulayan erkek zihniyetinin ardılı olarak bu söylemler ağzından dökülüveriyor. Hemen ardından AKP’li belediye meclis üyesi Latif Aydemir de bu incilere bir tanesini daha ekliyor: ‘Öldüren kadar ölenlerin de suçu var’. Öyle ya kendilerinden öncekiler de ‘taş atacaklarına fuhuş yapsınlar’, ‘çocuğun rızası var (çocuk tecavüzleri vakasından sonra)’, ‘kadın ve erkeğin fıtratında eşitlik yoktur’ diyerek bu katliamlarda erkeği aklamaya kalkışmamış mıydı? Yine kadınlara yer ve had bildirmeye çalışmamış mıydı? 
 
Bu söylemler kadın kırımını açıktan desteklemesine rağmen iktidar tarafından dile getiriliyor, doğal olarak erkekler de bu tarz abes yorumlarda bulunmayı kendilerine hak görüyor. Bilinçli olarak yürütülen bu kadın katliamları sözde sosyolojik ve bilimsel açıklamalarla gerekçelendiriliyor, haklı çıkarılıyor. Bilimcilik, devletin kadın katliamlarında kullandığı temel bir ideoloji oldu. İktidarın her türlü şiddetini teorize eden ve topluma kanıksatmaya çalışan akademi kimliği altında oluşan bu çevreler AKP hükümeti döneminde çalıştırılarak arttırıldı. Bu durumun da ayrıca irdelenmesine ihtiyaç var.
 
İstanbul Sözleşmesi 
 
Kadın katliamlarının ardından gündeme gelen hukuksal düzenleme tartışmaları da bu kırım politikaları karşısında yetersizdir. Türkiye’deki kadın kırımının çözümü salt hukuksal boyutla ele alınamaz. Kuşkusuz kadınların mücadeleleri sonucu elde edilmiş hukuksal kazanımlar önemlidir ve savunulmalıdır. Ama salt bununla yetinemeyiz. Örneğin 7 Nisan 2011’de Avrupa Konseyi Bakan yardımcıları toplantısında kabul edilen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi) çözüm olarak kadınların gündeminde. Türkiye 11 Mayıs 2011’de sözleşmeyi ilk imzalayan ülkelerden biri. Kuşkusuz sözleşmenin kabul ettiği ve dikkat çektiği önemli hususlar var. 
 
Bunlardan birkaçı ile örneklersek;
 
“*Kadın ve erkek arasında yasal ve fiili eşitliğin gerçekleşmesinin kadınlara yönelik şiddeti önlemede önemli bir unsur olduğunu kabul eder.
 
*Kadınlara yönelik şiddetin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir tezahürü olduğunu ve bu güç ilişkisinin erkekler tarafından kadınlar üzerinde tahakküm kurulmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılık yapılmasına yol açtığını ve kadınların ilerlemelerinin önünde engel olduğunu kabul eder.
 
*Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet gibi kadınlara yönelik şiddetin yapısal boyutunu ve bu şiddetin erkeklerle kıyaslandığında kadınları zorla ikincil bir konuma sokmanın çok önemli toplumsal mekanizmalarından biri olduğunu kabul eder.
 
*Sivil halkı, özellikle de yaygın ve sistematik tecavüz ve cinsel şiddet şeklinde kadınları etkileyen silahlı çatışmalarda süregelen insan hakları ihlallerini ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin çatışma sürecinde ve sonrasında artması olasılığını kabul eder.”
 
Kadın katliamı verileri
 
Prensipte kabul ettiği bu hükümler ile kadınların ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır’ diyerek başlattığı eylemsel tepkiler anlamlıdır. Bu sözleşme, önemli tedbir ve uygulama kararlarına da sahipti. Fakat  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından alınan kararla 20 Mart 2021 tarihinde sözleşmenin feshedilmesine karar verildi. Sorun olarak da ‘aile yapısının bozulması’ gerekçe gösterildi. Kuşkusuz bu sözleşmenin imzalanması kadın kazanımları açısından önemli bir hukuksal gelişmeydi. Fakat Türkiye’de hem sözleşmenin yürürlükte olduğu yıllarda hem de sözleşmeden çekildikten sonra kadın katliamlarında rakamsal ve zihniyet olarak ciddi bir değişim olmadı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) verilerine göre Türkiye’nin sözleşmede olduğu yıllar boyunca katledilen kadınların verisi şöyle: 2011’de 121, 2012’de 210, 2013’te 237, 2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da 316, 2017’de 409, 2018’de 440, 2019’da 474, 2020’de 300 kadın erkekler tarafından katledildi.  Türkiye’nin sözleşmeden çekildikten sonra yıllara göre veriler ise şu şekilde: 2021’de 280, 2022’de 334, 2023’te 315, 2024’ün ilk dokuz ayında 295 kadın erkekler tarafından katledildi. Bu rakamlar sadece resmileşmiş kadın katliamlarını kapsıyor, bunun yanı sıra şüpheli kadın ölümleri de var ve bunların rakamları da azımsanmayacak düzeyde. Oranlar neredeyse aynı. Yani İstanbul Sözleşmesi tek başına kadın katliamlarını engellemeye yetmemiş. Çünkü yürürlükteyken bile sözleşme hükümleri, iktidar tarafından yerine getirilmedi.
 
Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesinin bir diğer nedeni de 8 Mart 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun olarak lanse edildi. Bu kanunun varlığı yeterli gösterilerek İstanbul Sözleşmesi’ne gerek yok denildi. Türkiye’nin mevcut anayasa hükümlerini görmezden gelerek uygulamadığı da herkesçe biliniyor. Kadın kanunları da bu çerçevede ele alınıyor. Adına hukuk denilen gerçeklik ise kendi hukuksuzluklarını örtbas girişimidir. Zaten kanun başlığından da anlaşılacağı üzere temel amaç kadının hapsolduğu ve en çok da onun üyeleri tarafından katledildiği, aile kurumunun korunmasıdır. 
 
Anayasanın ilgili bölümünde 6284 sayılı kanun kapsamında kimi koruyucu ve önleyici tedbirler şöyle sıralanmış:
 
“*Korunan kişiyi iletişim araçlarıyla veya sair surette rahatsız etmemesi
 
 *Bulundurulması veya taşınmasına kanunen izin verilen silahları kolluğa teslim etmesi
 
*Silah taşıması zorunlu olan bir kamu görevi ifa etse bile bu görevi nedeniyle zimmetinde bulunan silahı kurumuna teslim etmesi.”
 
Kadınlar devletin silahlarıyla katlediliyor 
 
Sıralanan bu tedbirler en çok çiğnenen hükümlerdir. Zira kadın katliamlarından önce birçok kadının iletişim araçlarıyla sürekli rahatsız edildiklerini yapmış oldukları resmi şikayetlerden biliyoruz. Yanı sıra bütün kadınlar şikayet etmelerine rağmen faillerin bireysel silahlarıyla katledildi. 3’üncü maddede kamu görevlileri için vurgulanan tedbirler ise hiç uygulanmadı. Kolluk kuvvetleri olarak adlandırılan iktidarın asker ve polislerinin işledikleri kadın katliamları ise daha üst bir seviyede. Resmi açıklamalara göre, 2024'ün ilk altı ayında, en az 10 kadın ile 4 çocuk polis ya da asker yakınları tarafından katledildi. Bizzat devletin silahlarıyla katledildi. Bu olayların çoğu devlet itibarı zarar görmesin adına örtbas edildi, kimi basın-yayın kuruluşlarında sadece haber olarak verilip geçildi. Özcesi 6284 sayılı kanunun içerdiği kısmi hiçbir koruma tedbiri uygulanmadı.
 
Kadınlara karşı açıktan savaş başlatan AKP-MHP iktidarının sadece 2024 yılı şeceresine baktığımızda bile savaşın acımasız yüzüyle karşılaşıyoruz. Kadınların cenazelerine karşı bile nefreti körükleyen bir kötülükten bahsediyoruz. Kadın katillerini teşvik eden, koruyup kollayan bu iktidarın mevcut kurumlarıyla nasıl örgütlü bir savaş yürüttüğünü de önümüzdeki yazıda ele alacağız.
 
Yarın:  Dokunulmayan ve tartışılmayan kurumlar...