Tutsak Semire Direkçi: Kazanacağımız özgür bir yaşam var! 2023-11-23 09:10:05     Şehriban Aslan   AMED - Hasta tutsak Semire Direkçi, 25 Kasım dolayısıyla kaleme aldığı mektubunda, “Kadınlar olarak kaybedeceğimiz bir şeyimiz yok ama kazanacağımız özgür bir yaşam ve dünya var” mesajını verdi.   25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, bu vesile ile yaşamın her alanını emeği ile ören kadınlar hem bu emeklerine sahip çıkıyor hem de mücadelesini yükseltiyor. Kadınlar için birer direniş mekanı olan cezaevlerinde de kadınlar kendilerine yönelen şiddete karşı duvarları aşan bir mücadele sergiliyor. Kadınların yaşadıkları hak ihlalleri dolayısıyla sıklıkla işlediğimiz Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’ne, bu kez de 25 Kasım sebebiyle yönümüzü çeviriyoruz. 25 Kasım vesilesiyle cezaevinde kalan 26 yıllık hasta tutsak Semire Direkçi ile röportaj yapmak üzere sorularımızı göndermişsek de Semire, sağlık sorunları nedeniyle sorularımızın bir kısmını yanıtlayabildi. Bu nedenle Semire’nin çocukluğundan bu yana gördüğü baskıyı, asimilasyon politikalarını, Kürt kadın mücadelesini nasıl tanıdığına dair yanıtlarını, onun kaleminden veriyoruz.   ‘Kürt olduğumuzdan ikinci sınıf muamelesi gördük'   Kendisi henüz çocukken ailesinin, ekonomik sorunlar ve devletin baskısından dolayı Adana’ya göç etmek zorunda kaldığını söyleyen Semire, “Gittiğimiz Adana’da kaynaşma durumunu ailem hep yaşadı. Ben küçük olmama rağmen bana da yansıması çok oldu. Örneğin metropol bir kent ve Kürt kimliğimizden kaynaklı ikinci sınıf muamelesi görmeye itiyordu. İlk süreçlerde aile olarak çok zorlandık. Tek harfini bile bilmediğimiz bir dil yani Türkçe ile tanıştık. Gittiğimiz ortamlarda Türkçe konuşulmasına rağmen biz aile olarak hep Kürtçe konuştuk ve öyle yaşamaya çalıştık. Değinmek istediğim bir başka konu ise insanlar büyük kentlerde azınlıkta olduğu zaman kendi dilini ve kültürünü daha çok sahiplenmesi. Devlet aslında bizi kendi topraklarımızdan göç ettirerek bizi asimile etmek istedi. Buna karşı biz de kendi kültürümüze ve dilimize daha çok sahip çıktık. Yaşatmaya çalıştık. Annem sırf uzaklaştığı toprakları (Mardin-Ömerli) unutmamak için ve unutturmamak için sürekli tevn, destar, teşî gibi şeyleri yapıyordu. Burada verilmek istenen mesaj şuydu; bereketli ve renkli coğrafyamızdan asla el çekmeyeceğimizdi. Daha çok küçük yaşta iken baskı ve şiddet, asimilasyonu, derinden hissedebiliyordum” dedi.   ‘Özgürlük tutkum beni bu mücadelenin neferi yaptı’   Semire’nin mektubu devamla şöyle: “Tam da bu dönemde Kürt özgürlük hareketinin halklaşma ve serhildanlarını derinden hissettiğim bir süreç oldu. Çok küçük yaşta özgürlüğe ve hakikate olan istemim, tutkum beni bu mücadelenin bir neferi yaptı. 1998 yılının Nisan ayında tutuklanıp cezaevine getirildim. Çok ağır yaralıydım ancak hiçbir şekilde ilk günlerde tedavim yapılmadı. Bilincim tam yerinde olmadığından bana fiziki şiddet ve işkence yapmaya korkuyorlardı ama alındığım ilk dakikadan itibaren psikolojik, ruhsal ve zihinsel şiddete maruz bırakıldım. Mesela helikopterden atılmakla tehdit edildim. O süreçlerin bugün aynı zihniyet tarafından hala yapıldığını görmekteyiz. Gözaltında bulunduğum süreçte tedavim yapılmadı. Cezaevine götürüldükten sonra tedavi edilmeye başlandım ama o süreçte doğru tedavi yapılmadığı için şu an birçok hastalıkla mücadele ediyorum.   Değişmeyen tek şey Kürt sorununa yaklaşım   80 darbesinde cezaevleri şiddetin, baskının ve işkencenin olduğu bir durağı ifade ederken; 90’lı ve 2000’lerdeki süreç 80’lerin devamı ve aynı zamanda bir ara süreç olarak da değerlendirilebilir. O dönemlerden bugünlere baktığımızda değişmeyen tek şey Kürt sorununa yaklaşım ve güvenlikçi politikalardır. Cezaevlerine yansıması da hep bu politikalar oldu. Baskılar, işkenceler, sürgünler… Bilinen tüm özel savaş politikaları hep yürürlükteydi ama ben ve benim gibi on binlerce siyasi tutsak olarak davamızdan bir an olsun vazgeçmedik. Boyun eğmedik. Tüm zorluklara rağmen mücadele tarihimizin yarattığı değerlerden ve direniş geleneğimizden taviz vermedik. 2000’lerden günümüze kadar devlet cezaevlerinde daha derinlikli, kapsayıcı, bütünlüklü, güvenlikçi, ideolojik aygıt ve argümanlarla cezaevi politikalarıyla yönetmektedir.   Tecrit derinleştiriliyor   Halklar Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın uluslararası bir komplo ile Türkiye’ye getirilerek İmralı Cezaevi’nde esir edilmesiyle beraber devletin cezaevlerine yönelimi derinleşti. Genel bir tecrit uygulanmaya başlandı. Tabi bu durum Türkiye’yi bir bütünen etkiledi ve ülke açık bir cezaevine dönüştürüldü. Şu an var olan durumda 80’ler gibi fiziki işkenceler pek yaygın değil; daha inceltilmiş ideolojik bir yıldırma ve hukuk ‘iyi hal’ zırhına büründürülerek tutsakları yıldırma ve teslimiyete zorlamalar had safhaya ulaşmış durumdadır. Aslında sistem bu politikalarla daha da çıkmaza sürüklemektedir. Örneğin pandemi süreciyle birlikte devlet her alanda olduğu gibi cezaevlerinde de krizi fırsata çevirdi. ‘Topluma uyum ve sisteme entegre etme’ adı altında biz siyasi tutsaklar olarak iki yargılama sürecinden geçmekteyiz. Birincisi normal yerel mahkemelerin yargılaması, diğeri ise her cezaevinin oluşturduğu idare ve gözlem kurulları. Kurullar da birer mahkeme rolü oynamaktadır. Gülünç olan şu ki Türkiye’de şu an yaşanan bir yargı krizi var ve bununla beraber cezaevlerinde oluşturulan gözlem kurulları (ikinci yargı mekanizması) üyeleri arasında infaz memurlarından tutun da cezaevinde teknisyenlik görevi yapan kişiler dahi yer almaktadır.   Hasta tutsaklar ölüme terk ediliyor   Hukuk ve adalet eğitimi almamış bu kişiler nasıl kişinin özgürlüğü ya da esareti ile ilgili karar verebilir. Tabi bu tüm saymış olduğumuz sonuçlardan ülkede var olan hukuk ve adalet sisteminin geldiği noktayı gösteriyor. Daha önceki süreçlerde tutukluluk süreçlerimizde ‘tahliye’ olma şansımız vardı. Ancak şu an tamamıyla keyfi, tasarrufa bırakılmış cezaevlerine girişler oluyor ama çıkışlar olmuyor. Son süreçlerde hastalıklardan kaynaklı cezaevlerinden art arda arkadaşlarımız yaşamlarını yitirmektedir. Bunun temel nedeni cezaevinin ağır koşulları olmakla birlikte devletin izlediği düşmanca politikalardır. Maalesef her konuda olduğu gibi devlet bu konuda da ayrımcılık yapmaktadır. Siyasi tutsaklara hele hele hastaysa ölüme terk edilmektedir. Artık zindanlarda ölümler yaşanmaktadır. Bu da insanın vicdanını yaralayan ve hiçbir insanın kabul edemeyeceği bir durumdur. Örneğin ben askeri yargıçların bulunduğu bir dönemde yargılandım ve müebbet hapis cezası aldım. Ben cezaevine gelirken de herhangi bir hastalığım yoktu (yaralı olmam dışında). Son 5 yıldır ağır hastalıklarla boğuşmaktayım ve mücadele etmekteyim.   Direnmekten başka yolumuz yok   25 Kasım vesilesiyle yaşamın her anı ve her mücadele sahasında erkek şiddeti ve terörüyle karşılaşmaktayız. Kadına dönük şiddetle mücadeleyi bir güne sığdırmayı doğru bulmuyorum. Aynı şekilde sembolik bir güne sığdırmayı da… Çünkü biz kadınlar olarak dünyanın neresinde olursak olalım veya nerede yaşarsak yaşayalım içeride ve dışarıda, ailede, toplumda, çalışma alanlarında her türlü şiddete maruz bırakılıyoruz. Ataerkil bir sistemle yüz yüzeyiz. Bunun için kendi cins varlığımız, toplumun ahlaki politik özgürlüğü için kadınlar olarak kendi özsavunmamızı geliştirip örgütlenmek zorundayız. İradeleşen, özgürleşen kadının önüne hiçbir engel konulamaz. Bizler insan, kadın ve Kürt kimliğimizle bugün bize dayatılan her türlü sömürgeci, egemenlikçi, cinsiyetçi, militarist yaklaşımlara karşı mücadele ve direnme yolundan başka bir yolumuz olmadığını bilmekteyiz.   Belli sınırlara mahkum değiliz   Bizler belli sınırlara, sisteme mahkum değiliz. Her zamankinden daha çok dezavantajlarımız kadar avantajlarımızın da revaçta olduğu bir dönemdeyiz. Kadınlar olarak kaybedeceğimiz bir şeyimiz yok ama kazanacağımız özgür bir yaşam ve dünya var. Bunun da ancak ve ancak bilinçle yoğrulan, iradeleşen kadınla toplumu örgütleyerek ataerkil ve gerici zihniyete karşı oluşturulacak demokratik kadın ittifakıyla gerçekleşebileceğine inanmaktayım. Haklı, meşru ve doğru mücadele direniş geleneğimizden aldığımız güçle direniş kahramanlarımıza, başta Saralara, Beritanlara, Zilanlara, Besêlere, Semalara ve nice isimsiz kahramanlarımıza layık olma yolu 24 saat yüreğimizin, beynimizin özgürlük ve hakikat yolundan geçtiğine inanmaktayım. Bu temelde özgürlüğe susamış her kadını kadın mücadele tarihine sahip çıkmaya ve direnmeye çağırıyorum.   Semire Direkçi   Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi…”