Şifacılıktan cadılığa kadının saptırılmış tarihi 2020-05-02 09:07:00   “Kapitalizm, dünyayı farklı parçalara bölerek ve eş zamanlı birbirine bağlayarak, kadın emeğinin ve cinsiyete dayalı iş bölümünün manipülasyonunda belirleyici evrensel şartları çoktan oluşturmuştur.”   Gülizar İpek    Kadın, tarihin özünde gizlidir. Doğumun-ölümün toprakla ilişkilendirilmesi ve kadının hayatın kaynağı sayılan toprakla temas halinde olması onu toprağın dünyadaki temsilcisi konumuna yükseltmiştir. Doğadaki gizem ve sırları müthiş zekâsıyla ve doğaya olan bağlılığıyla çözmüş, doğa ile uyum içinde yaşamıştır. Ancak, kadının tarihteki yeri sürekli değiştirilmeye; bilgeliğine ve doğa ile olan ilişkisine son verilmeye çalışılmıştır. Kadınlar başlıca üretim alanı toprakta çiftçiliğin yanı sıra yer yer zanaat üretimine katılmıştır. Kadınların, emek etkinliklerinin çeşitlenmesiyle prestij, özerklik ve cinsel bağımsızlık kazanmaya başlamalarının ardından cinsiyete dayalı iş bölümünün kadınlarla erkekler arasında bir mücadele alanı yaratmış ve ataerkil feodal toplumda erkekler, kadınların ebelikle ya da zanaatçılıkla edindiği toplumsal prestiji ve bağımsızlığı, emek etkinliklerini kısıtlayarak ellerinden almıştır. Böylece, erkekler kendilerinin ve kadınların görevlerini yeniden tanımlayarak yeni bir iş bölümü yaratmış, aynı zamanda kadınların bedeni ve emeği üzerindeki tahakkümü güçlendirmiştir. Bu kadar değiştirmeye, yok sayılmaya rağmen; tarih, saptırılmış bilgiyi tüm çıplaklığı ile açığa çıkarmaktadır. Geçmişe doğru yolculuk yaptığımızda, saptırılmış tarihte kadının bilgeliğini ve doğa ile olan kopmaz bağını görmemek mümkün değildir.    Dünyanın her yerindeki kültürel söylenceler, kadının doğa ile olan bağından, yalnızca kadınların doğanın gizemlerini bildiğinden ve büyülü şifacılık sanatını uyguladıklarından söz eder. Yeryüzü, şifa reçetelerinde kadına karşı hep cömert olmuştur. Kadın şifacılar da doğanın şifa veren kaynak erdemini ve bakımın sağaltıcı yönünü çözmüş ve bir dönemin bilinç akışını yüzyıllarca sonraki dönemlere aktarmışlardır. Bu kadınlar şifalı bitkilerin günün saatine, mevsime ve konumuna dayanan gücüne ilişkin bilgi sahibiydiler. Özellikle, kadın eksenli Neolitik Dönem'de (m.ö. 6000-4000) kadının doğa ile bütünsel yaşaması ve doğanın tüm gizemini kadına sunmasıyla, kadın tüm ihtiyacını doğadan karşılamış ve doğadaki bitkilerden sınırsızca yararlanmıştır. Bu dönemde kadın tanrıçadır; öğreten, değiştiren ve dönüştürendir; doğal toplumun gücü ve sözcüsüdür.    Kadınların bitkiler konusunda çok fazla bilgiye sahip olması ve bitkilere yükledikleri tıbbi büyüsel anlamlar mitolojik dönemin temel özelliklerinden biridir. Örneğin mitolojide yer alan tanrıçalar İnanna, İştar ve Gula'nın en önemli özellikleri şifacı olmalarıydı. Troyalı Helen (İÖ 2000) bitkilerden ilaç yapmasıyla ünlü idi; Afrodit, Artemis ve Hera doğumun, Hekate çocuk hastalıklarının, Athena körlüğün, Persephone diş ve göz hastalıklarının, Eileithyia ise ebeliğin tanrıçaları olarak kabul ediliyordu. Ancak en çok bilinen hekim tanrı, adına üç yüzden fazla tapınak kurulmuş olan erkek Asklepios idi. Sağlığı sembolize eden kızı Hygieia ve düş yorumcusu oğlu Telesphoros ikinci derecedeki tanrılardı. Sümerlerde şifacılık biliminin çok gelişmiş olduğuna ve bu bilimin kadınlar tarafından yürütüldüğüne dair kanıtlar vardır.  Ur kraliçesi Şubad'ın mezar alanında, ağrıyı dindirmek için bisküvi biçiminde kil tabletler üzerinde yazılı olan reçeteler ve ayrıca muskalar, nazarlık, çakmak taşı ve ameliyat aleti olabilecek tunçtan yapılmış aletler olduğu tespit edilmiştir. Dünyanın bu eski bölgesinde 800'den fazla reçete bulunmuştur. Var olan en eski tıbbi metin olarak söz edilen yazı Sümer döneminde tarihlendirilen 2 tablet üzerinde bulunmuştur. Aslında şifacılığın öznesi olan kadınlar, tıbbın ilerleyişinde de birincil rol oynamıştır. Bazı uzmanlar ameliyat teknikleri ve sağaltım bilgilerinin ilk gelişmelerinde, kadınların büyük çapta öncülük ettiğini düşünür ve bu bilgileri birçok kanıta dayandırırlar. Ancak, artı değerin ortaya çıkması ile birlikte kadın eksenli dönem değişime uğramış; talanlar, yağmalar ve savaşlar başlamıştır. Tanrıça İnanna ve Enki savaşında olduğu gibi; sinsi erkek kadın tanrıçayı yenmek için her yola başvuracak, ana kadın döneminden ataerkil döneme geçilecek ve bununla birlikte devlet kurumu oluşmaya başlayacaktır. Şifacılığın koruyuculuğuna rağmen, tarihte dişil şifacılık panteonu göz ardı edilmeye ve Sümerlerdeki kadınların tıbbından hiç söz edilmemeye başlanacaktır.   İsa'dan önce 2600'lü yıllara kadar, çok az bir kısıtlamayla ya da hiç kısıtlama olmadan şifacılık, doktorluk, kâtiplik, berberlik ve aşçılık yapabilen kadınlar, zamanla resmi eğitim dışında bırakıldı ve İsa'dan önce 700'lü yıllara gelindiğinde kadınlar sadece ebe olarak şifacılık biliminde hizmet sunabilecek seviyeye getirildiler. Bir mucize olan doğurmayı, eril iktidarın utanç verici ve aşağılayıcı bir durum olarak görmeye başlaması ile bu meslek de saygınlığını kaybetmeye başlamıştı. Sağaltıcı kadınlar arasında en önde olan ve bütün zamanların en iyi tanınan kadın doktorlarından biri olan Agnodice (mö 400-300), kadınların bilime ulaşmasının yasaklanması ve kadın şifacıların kötü ün sahibi olması nedeniyle kendini erkek kılığında gizlemek zorunda kalmıştır. Durumun anlaşılması sonucu yargılanmaya başlanan Agnodice, Atinalı kadınların verdiği mücadele ile serbest bırakılmış ve kadınlara hekimliği yasaklayan yasaların değiştirilmesine yol açmıştır. Metrodora adında Grek bir kadın rahim, mide ve böbrek hastalıklarının sağaltımına ilişkin bir kitap yazdı. Bir kadın tarafından yazılan en eski metin olarak kabul edilen bu kitap, yazıldıktan kısa bir süre sonra o günlerde yaygın olan bir kader ile karşılaştı ve metin Metrodorus adındaki bir erkeğe atfedildi.    Dağınık kanıtlar kadın şifacıların gelişmeye başlayan sağaltım bilimlerindeki erkek egemenliğine ve kadın uygulayıcıların haklarının yasalarla ellerinden alınmasına karşın Batı tıbbının doğuşunda rol oynadıklarını gösterir. 11. yüzyıla gelindiğinde, tıbbi uygulamalar için yeniden temel oluşturulması ve tıp doktorlarının eğitilmesi için kurulan kurumlardan en önemlisi olan, Salerno/İtalya'daki tıp üniversitesinin en ünlü öğretmenlerinden biri Trotula adında bir kadındı. Salerno’yu bitirenlerce başka tıp okulları kuruldu ama çok az kadının eğitim görmesine izin verildi. Böyle bir meslek edinmeyi şiddetle isteyen kadınlar erkeklerin kurallarına, aç gözlülüklerine takılmışlardı. 19. yüzyılda kadınlar üniversiteye gitmek için mücadele etmiş fakat erkekler bu alanı kadınlara bırakmak istememiş ve üniversitelerden atılmaları ve alınmamaları için her şeyi yapmışlardı.   Şifacı olarak kadın, artık yalnızca bir ebeydi ve diğer bütün şifacılık bilimleri yasaklanmıştı. Kadınların resmen tıp okumasına izin verilmediğinden bilgilerin yalnızca şeytandan gelmiş olabileceği geniş çapta kabul ediliyordu. Kilisenin yaklaşımı; eğer bir kadın eğitim görmeden sağaltım cüretinde bulunursa; o bir cadıdır ve ölmelidir şeklinde idi. Suçlanan herkes şeytana tapmaktan suçluydu. Çünkü şifa için ot kullananların bunu ancak şeytan ile yapılmış gizli veya açık bir anlaşma aracılığı ile gerçekleştiğine inanılıyordu. Aynı zamanda bu yılların çoğu ebelerin özellikle maruz kaldıkları cadı avı suçlamaları ve cinayetlerle örtüşür. Birçok ebe katledilmiş, yakılmış ve asılmıştı. Kilisenin izni olmadan ebe hiçbir şey yapamazdı. İzin belgesi olmayan bir ebe hapis veya aforoz edilebilirdi. Kilise, kendi çıkarlarını arttırmak için kutsal engizisyonu yeniden canlandırmış, kadınlar birer birer yakılıyor ve idam ediliyorlardı. Zulüm ve idamlar acımasızdı. Kadın büyücü dolayısıyla kadın cadı ve şifacı ya da ilişkin paranoya ilk başta yavaş yavaş yayıldı. Kadınların evin dışında elde edebilecekleri bütün olanaklar hızla yok edildi, tıp ve bilime yaptıkları katkılar ya göz ardı edildi ya da küçümsendi. Bu olaylarla birlikte ruhsal bir bellek yitimi de oluştu.    Rönesans döneminde de devam eden bu zulüm, kadınlara karşı tutum değiştiği için değil yönetimlerin güç temelleri değiştiği için kesildi. Kadınlar, doğaüstünün geri çekilen gücü ile yeni bilimcilik arasında sıkışıp kalmış ve Victoria dönemi de denilen 19. yüzyıla kadar kadınların bu uçurumdan çıkmak ve geçmiş ile bugünün dünyaları, doğa ile bilim arasında bir köprü kurmak için çok az enerjileri, kısıtlı izinleri vardı ve hiçbir aletleri yoktu. 19. yüzyılda kadınlara kesin sınırları olan bir rolün verilmesi güçlerinin sonunda erkeklerin rekabet etmeyeceği ve korkmayacağı belli bir alan ile kısıtlanması demekti. Buna evcimenlik kültü deniliyordu. Bu kült kadının paradoksal bir algılanışına dayanıyordu. Kadının evdeki rolüne saygı gösteriliyordu ve sorumlulukları büyüktü.    Sonuç olarak, kadınlar devletin ve yasal aygıtların yardımıyla tecrit edilmiş, çekirdek aileye kapatılmasıyla orada harcadığı emek toplumsal olarak görünmez kılınmıştır. Bu da üretken olmayan emek diye tanımlandı. Rosa Lüksenburg’un da dediği gibi “sömürgecilik sadece kapitalizmin son aşaması değil aynı zamanda onun değişmeyen gerekli koşuludur. Başka bir deyişle, sömürgeler olmaksızın sermaye birikimi ya da sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi durma noktasına gelecektir.” Kapitalizm, dünyayı farklı parçalara bölerek ve eş zamanlı birbirine bağlayarak, kadın emeğinin ve cinsiyete dayalı iş bölümünün manipülasyonunda belirleyici evrensel şartları çoktan oluşturmuştur. Oysa cinsiyete dayalı iş bölümünde yaşanacak küçük bir değişim bile bireysel, ulusal ve uluslararası düzeyde büyük bir etki oluşturacaktır. Erkeklerin, ceza egolarını ve kimliklerini, kadınların sömürülmesi ve şiddet yoluyla tabii kılarak inşa etmenin önüne geçmek ve yaşamın yaratılması ve sürdürülmesi için gerekli ücretsiz işleri paylaşmayı kabul etmek üzere alınacak bilinçli bir karar; kadınların, yaşamları ve bedenleri üzerinde otonomi kurmalarını ve kadın kimliğinin yeni bir tanımını yapmalarını da kolaylaştıracaktır.   Şiddet ve zora dayalı bütün üretim ilişkilerinde erkekler ataerkil aile, devlet ve kapitalist teşebbüsler arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu kadınlar olarak biliyoruz. Varolan cinsiyete dayalı iş bölümü ortadan kalkmadan, kadının bedeni ve emeği erkek hegemonyasının ekonomik sömürüsünden kurtulmadığı sürece kadın özgürleşemeyecektir. Demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü paradigmayla, biz emekçi kadınlar, sağlık dâhil her alanda olmaya ve özgürleşmeye devam edeceğiz. Sağlığın toplumsallaşmasının sağlanması ve sağlığın bir emtia gibi satılmasının önlenmesi; ancak kadın emeğini sömüren, kadınının emeğini ve bilgisini yok sayan kapitalizm ile her alanda mücadele etmek ile mümkündür.    Kaynak: Acherberg j.(2009) Kadın şifacılar Everest yayınları