Cezaevini anlattı: Ayakta tutan hakikat! 2024-01-29 09:02:20   Öznur Değer   MÊRDÎN – İdare ve Gözlem Kurulu tarafından tahliyesi infazının bitimine kadar engellenen Berin Sarı, cezaevindeki uygulamaları, ihlalleri, yaşamı, direnişi anlattı. Berin, kendilerini ayakta tutan şeyi de “hakikatin kendisi” diye özetliyor.    Ocak 2021’den bu yana yürürlükte olan İdare ve Gözlem Kurulu kararları gerekçe gösterilerek Türkiye ve Kurdistan cezaevlerinde tutulan çok sayıda siyasi tutsağın tahliyesi engelleniyor. Bu uygulamanın yaşandığı cezaevlerinin başında ise Sincan Kadın Kapalı Cezaevi geliyor. Sincan’da cezasını bitirdiği halde İdare ve Gözlem Kurulu raporları gerekçe gösterilerek tahliyesi engellenen tutsaklardan biri olan Berin Sarı, infazının tamamını bitirerek 4 Kasım 2023 tarihinde tahliye oldu.   7 buçuk yıl cezaevinde kalan Berin ile cezaevinde uygulanan iktidar politikaları, cezaevi yaşamı ve tutsakların maruz kaldığı işkence ile hak ihlallerine ilişkin JINNEWS’in sorularını yanıtladı.    * Öncelikle 7 buçuk yıl nasıl geçti?   Politik tutsaklar olarak cezaevindeki yaşamlarımız da politik bir şekilde geçiyor. Dışarıda kimliğimizi nasıl koruyor ve savunuyorsak, cezaevinde de politik bir şekilde yaşamımızı sürdürüyoruz. Bu şekilde saldırılar karşısında da direniyoruz. Ancak cezaevine girmek demek, mevcut rejimin eline düşmek gibi. Dört yanını sarıyorlar ve istedikleri yaşamı sana dayatıyorlar. Ancak biz yaşamı vicdan temelinde esas aldığımız için dayatmalarını kabul etmiyoruz. Benim için 7 buçuk yıl direnişle geçti. Cezaevlerinde yıllardır bu direniş devam ediyor. 80’li yıllardan bu yana bu direniş eşsiz bir şekilde devam ediyor ve ben de bu direnişin bir parçası oldum. Mevcut sistemi daha yakından tanıdım. Çünkü dört tarafımız sistemle sarılıydı. Orada direnişin anlamını daha iyi kavradım. Bir kadın olarak, gördüğümüz, tanık olduğumuz hak ihlallerinin, yaşamın engellenmesinin etkileri daha farklıydı. Bir erkeğe ve bir kadına uygulanan şiddet yöntemi asla bir olmuyor. Sen hem bir insan olarak, hem bir kadın olarak, hem bir Kürt hem de politik kimliğe sahip biri olarak işkence görüyorsun. O nedenle cezaevi bu şiddet ve baskıya karşı direnişle, mücadeleyle geçti. Yaşamı anlamak ve öğrenmekle geçti. Komünal yaşam ile geçti. Yaşamımıza karşı her ne kadar saldırı olsa da biz komünal yaşamı öğrenmiştik. Komünal yaşam kültürümüzdür. Her saldırıya karşı komünal yaşamda ısrar ediyorduk.   “Dört duvar arasında çok sayıda kadınla duvarları aşan bir mücadele ve yaşam inşa ettik. Yaşamı düşünce ve iradeyle ele alan herkes bulunduğu her yerde yaşamı güzel kılabilir. En ağır tecrit koşullarında bile tüm insanlığa müthiş bir çözüm perspektifi sunulabiliyor.”   Cezaevinde dışarıya karşı büyük bir hassasiyet oluşuyor. Dışardaki sorunlar cezaevinden mercek gibi görünüyor, yani daha derin ve daha büyük bir şekilde görünüyor. Çünkü sürekli süreci, yaşamı takip ediyorsun. Kendini sorumlu görüyorsun. Bedel ödendiği için cezaevinde olduğunun farkındasın ve buna daha fazla sahip çıkman gerektiğini düşünüyorsun. O nedenle dışarıdaki yaşamı da gözlemlemeye, izlemeye çalışıyorduk. Yabancılaşmak istemiyordum. Süreci ve dışarıyı takip etmediğinde yabancılaşabiliyorsun. Cezaevinde ahlaki ve yaşama bakış yönünden daha hassaslaşıyorsun. Kadın sosyolojisi buna daha açık olduğu için daha çok hassas yaklaşıyorsun yaşama. Biz de yaşama bu şekilde direnişle yaklaşıyorduk. Dört duvar arasında çok sayıda kadınla duvarları aşan bir mücadele ve yaşam inşa ettik. Cezaevinden yeni çıktığım için çok sayıda kişi beni ziyarete geliyor. Ve gelen herkes “Zindan hiç güzel değil” diyor. Evet doğru zindan güzel değil ama güzelleştiren bizler varız. Yaşamı düşünce ve iradeyle ele alan herkes bulunduğu her yerde yaşamı güzel kılabilir. En ağır tecrit koşullarında bile tüm insanlığa müthiş bir çözüm perspektifi sunulabiliyor. Demek ki bu insanın elinde olan bir şey, dört duvar arasında olan bir şey değil.   “Komünaliteyi tanıyan her bir birey, ahlaki yönünü öğrenen herkes, kişi ve toplum için bu kültürün ne kadar gerekli olduğunu bilir.”   * Cezaevinde nasıl bir komünal yaşam var?   Komünal yaşam, dayatma ile açığa çıkan bir yaşam biçimi değildir. Komünaliteyi tanıyan her bir birey, ahlaki yönünü öğrenen herkes, kişi ve toplum için bu kültürün ne kadar gerekli olduğunu bilir. İnsanların birbirinden ve toplumdan uzaklaştıkça ne kadar zarar gördüğünü görüyoruz. Toplumsal sorunlar da o nedenle artıyor. İnsanlar maddi ve manevi olarak birlikte hareket ettiğinde sorunlar da çözülmüş oluyor. O nedenle cezaevinde de komünal kültürle yaşıyorduk. Yoldaşlık bunun en önemli parçası. Cezaevi yaşamı haksızlık, hukuksuzluk, sistemsel baskılar nedeniyle oldukça zorlayıcı. Cezaevinde kadınlar üzerinde de şiddet ve baskı politikaları çok yoğun hissediliyor. Birçok kişi yaşamını yitirdi, yine çok sayıda hasta tutsak var. Bunca olumsuz duruma rağmen komünal yaşam olmasaydı bu tablo çok daha vahim bir şekilde karşımıza çıkacaktı. Çok daha fazla can kaybedebilirdik. Bizi ayakta ve yaşamda tutan şey hakikatin kendisidir. Bu politik kültür de elbette ki büyük bedellerle inşa edildi. 1980’lerden bu güne kadar bu kültür cezaevlerinde yaşanmaya devam ediyor. Tutsaklar da sistemin şiddet ve baskılarını ahlaki ve politik yönden boşa çıkardı. Cezaevinde de dışarıda da komünal kültür çok önemli.         “Tecrit insan haklarının çiğnenmesiyle yürürlüğe kondu. Sayın Abdullah Öcalan bir halkın önderi olarak kabul edildi ve çözüm gücü olduğunun görünmesiyle tecrit altına alındı. Sistem, bu tecrit ile Sayın Öcalan ile halk arasındaki köprüyü yıkmak istedi.”   * Komünal yaşamın yarattığı bağların yanı sıra cezaevleri aynı zamanda tecrit ve işkence mekanları. İmralı’dan başlayarak tüm cezaevlerine sirayet eden tecrit politikalarından özelde kadın tutsaklar olarak nasıl etkileniyorsunuz?   Tecrit hukuk dışı, ahlak dışı, vicdan dışı bir uygulamadır. Kimse insan haklarını kendi rejimine göre kullanamaz. İnsan hakları, yaşam hakkı asla kişiye göre ölçülemez. Tecrit de insan haklarının çiğnenmesiyle yürürlüğe kondu. Sayın Abdullah Öcalan bir halkın önderi olarak kabul edildi ve çözüm gücü olduğunun görünmesiyle de tecrit altına alındı. Sistem, bu tecrit ile Sayın Öcalan ile halk arasındaki köprüyü yıkmak istedi. Onu halkan tamamen uzaklaştırmak istedi. İmralı sistemi de buna müsait bir sistem. Dünyanın hiçbir yerinde bir kişinin bir adada esir tutulduğu görülmedi. Eskiden efsanelerde vardı bu durum. Efsanelerdeki kahramanları esir tutan zalimler, onları toplumdan uzak yerlere götürür, kimsenin olmadığı mahzenlerde tek başına tutardı. Toplumdan izole ederek en büyük cezayı vermiş olurlardı. Bu durum ölümle eşdeğerdi. Esir tutulan kişi de ancak bir kahraman tarafından kurtarılırdı. Bu durumun edebiyatta da sosyolojide de çok örneği var.   “Bizi 24 saat koğuşumuzda herkesten izole ediyorlardı. Bu nedenle koğuşların içine telefon kabini yerleştirdiler. Bu kabinlerin ailelerle görüntülü arama amacıyla kullanılacağını söylediler. Ardından ise siyasi tutsaklara görüntülü arama hakkının olmadığını söylediler, ‘politik tehlike’ taşıdığı gerekçesiyle.”   Sincan’da da özelde pandemi sürecinde tecrit çok daha yoğun hissedilmeye başlandı. Çünkü pandemi süreci onlar için bir gerekçe oldu. Covid’den önce elde ettiğimiz birçok hakkımız Covid sürecinde elimizden alındı. Covid sona erdikten ve Dünya Sağlık Örgütü bu anlamda açıklama yaptıktan sonra bile Covid uygulamaları bize dayatılmaya devam edildi. Biz bunların korona tedbirleri olmadığını çok iyi biliyorduk. Eğer korona tedbirleri olsaydı, dışarıda olan gardiyanlar gelip koğuşlarımızda arama yapmaz, bize temas etmezlerdi. Ama gardiyanlar dışarıda korona olup cezaevine gelebiliyorken biz arkadaşlarımızla iletişim kuramıyorduk. Bu büyük bir çelişkiydi. Bu durum bile bu tedbirlerin korona tedbiri olmadığını gösteriyordu. Tecrit rejimini bir kanser gibi tüm cezaevlerine yaymak istiyorlardı. Bu anlamda çok fazla politikalar da yürüttüler. Hala da Sincan’da çok fazla kısıtlama var. Bizi 24 saat koğuşumuzda herkesten izole ediyorlardı. Bu nedenle koğuşların içine telefon kabini yerleştirdiler. Bu kabinlerin ailelerle görüntülü arama amacıyla kullanılacağını söylediler. Ardından ise siyasi tutsaklara görüntülü arama hakkının olmadığını söylediler, “politik tehlike” taşıdığı gerekçesiyle. Oysa öyle bir durum yoktu. O nedenle telefon için bile dışarı çıkamıyorduk ve kabinin içinden telefon görüşmesi yapıyorduk ama tekniki aksaklıklardan telefon süremiz sürekli 2-3-5- dakika kesiliyordu. Aileye sesimiz geç gidiyordu, onların sesi geç geliyordu. Zaten 10 dakika olan telefon hakkımız bir şekilde engelleniyordu. Bu da tecridin bir parçası. Çünkü dışarıyla bağımız bir şekilde kesilmek isteniyordu.   “Açıkçası şu anda cezaevinde hasta olmayan tutsak görmek mümkün değil. Hem cezaevi koşulları sağlık sorunlarının oluşması için çok müsait hem mevcut rejimin baskı politikaları kendisiyle sağlık sorunlarını doğuruyor hem de manevi anlamda tecrit politikaları, tahliye etmeme politikaları gibi birçok politika sağlık sorunlarını getiriyor.”   * Sincan’da kaç hasta tutsak var? Cezaevlerinde hasta tutsaklar üzerinde nasıl bir politika izleniyor?   Açıkçası şu anda cezaevinde hasta olmayan tutsak görmek mümkün değil. Hem cezaevi koşulları sağlık sorunlarının oluşması için çok müsait, hem mevcut rejimin baskı politikaları kendisiyle sağlık sorunlarını doğuruyor hem de manevi anlamda tecrit politikaları, tahliye etmeme politikaları gibi birçok politika sağlık sorunlarını getiriyor. Cezaevindeki her tutsağın illa bir hastalığı vardır ama tutsaklık süreci uzadıkça hastalıklar da artıyor veya dışarıda hasta olan biri içeride daha kötü bir hal alıyor. O nedenle özellikle son birkaç yılda cezaevinden çok kayıp verildi. Her bir kaybın acısını çok derin yaşıyorduk. İçinde bulunduğumuz şartlar ve koşullar daha da ağırlaşıyordu. Arkadaşımızı yitirmek bir parçamızı yitirmekti bizim için. Bu yüzden arkadaşlarımızı kaybetmemek için elimizden gelen her şeyi yapıyorduk. Bunun için birçok yere başvurular yapılıyordu. Şu an açlık grevleri var. İmralı’da büyük bir tecrit politikası var ve hiçbir şekilde haber alamıyoruz. Bu bizde ciddi şüpheler uyandırıyor. Tutsaklar da elinden gelen her şeyi yapıyor. Çünkü cezaevinden bir kişiyi daha kaybetmek istemiyorlar. Bir parçalarını daha yitirmek istemiyorlar. Sincan’da da 60’ın üzerinde kadın tutsak var. Her kadının muhakkak bir hastalığı var. Ancak bunlardan ağır olan tutsaklar da var. Selver Yıldırım, Özge Özbek, Pınar Tikit, Nedime Yaklav bunlardan.   “‘Sincan’da işkence var mıdır’ sorusuna İdare ve Gözlem Kurulu’nu örnek olarak verebiliriz. Yaşamımızı elimizden almak istiyorlar ve bu da en büyük işkencedir.”   * 1 Ocak 2021 tarihi itibariyle infaz yönetmeliğinde yapılan değişiklik sonucunda İdare ve Gözlem Kurulu uygulaması yürürlüğe girdi. Bu kurulun işlevi nedir, ne yapıyor?   Aslında İdare ve Gözlem Kurulu mevcut kanuna göre de hukuki bir kurul değil. İnsanların değerleri üzerine, ahlaki ve toplumsal değerler üzerine inşa edilmiş bir kurul. Ahlak dışı bir sistem. Hiç kimse bir insanın yaşamını, yaşamına dair her şeyi elinde tutamaz. Kanunlarda bile bazı hakların engellenemez olduğu sabit. Kimsenin müdahale edemeyeceği ve AİHM ile AİHS’te yer alan kanuni haklar var. Kimsenin üzerinde söz hakkı kuramayacağı ahlaki değerler ve haklar vardı. Ama İdare ve Gözlem Kurulu, “Artık senin yaşamın benim elimde ve ben ne istersem sen de onu yapacaksın” diyor. “Eğer ben istersem çıkarsın, istemezsem çıkmazsın. Ben istersem etkinliğe çıkabilirsin” diyor. Hatta daha derinleştirmemiz gerekirse, “eğer ben istersem yaşarsın ben istemezsem yaşamazsın” diyor. Çünkü son olarak yaşam hakkını ihlal ediyor. Yaşam her şeyin üstündedir ve kimsenin ihlal etme hakkı yok. Ağırlaştırılmış müebbet alan tutsaklardan bahsetmek istiyorum buna örnek olarak. Eskiden ağırlaştırılmış müebbet alan arkadaşlar sosyal etkinliklere çıkabiliyordu. Ancak İdare ve Gözlem Kurulu’nun yürürlüğe girmesinin ardından ağırlaştırılmış müebbetlerin kursa gitmesi engellenmeye başlandı ve kaldırıldı. Kurul şunu söylüyor: “Etkinlikleri sağlama amacı tutsakları terbiye etme amaçlıdır. Ve bu konuda ne kadar iyileşildiğini gözlemlemek içindir. Ancak ağırlaştırılmış tutsakların dışarı çıkma gibi bir durumu olmadığı için kurslara çıkmasına da gerek yok.” İdare ve Gözlem Kurulu bu tutumuyla ağırlaştırılmış müebbet tutsakların yaşam hakkını elinden alıyor.   Tutuklu olduğum süreçte de bizi kurula çıkarmaya çalışıyorlardı sürekli. Ancak kurula çıktığımızda bize ahlak dışı, bizi inkar eden, varlığımızı inkar eden sorular sorduklarını biliyorduk. Ve bizden varlığımızı inkar edecek söylemler söylememizi bekliyorlardı. O nedenle ben o kurula hiç çıkmadım. Çıkan arkadaşlarımız da politik söylemlerini belirtiyordu. O nedenle Sincan’da şimdiye kadar cezasını bitiren hiçbir tutsak tahliye edilmedi. “Sincan’da işkence var mıdır” sorusuna İdare ve Gözlem Kurulu’nu örnek olarak verebiliriz. Yaşamımızı elimizden almak istiyorlar ve bu da en büyük işkencedir. En küçük haklarımızda bile dayatmada bulunuyorlardı. Tüm haklarımızı kendi ellerinde tutuyorlardı.   “Tuzu ‘tanımlanamayan cisim’ olarak tanımlayıp el koydular ve üstüne disiplin soruşturması açtılar. Selam vermeye, Kürtçe şarkı söylemeye, idarenin verdiği reçele kadar sayısız ilginç soruşturmalar açıyorlardı. Bununla sınırlı olan haklarımızı daha da sınırlandırmak istiyorlardı.”   * Hak ihlallerinin yoğun yaşandığı cezaevlerinden biri kamuoyunda pilot bölge olarak tanımlanan Sincan Kadın Kapalı Cezaevi. Ne tür ihlallerle karşı karşıyaydınız?   Sincan Kadın Cezaevi’nin ünlü olduğu konulardan biri de disiplin soruşturmaları. Cezaevi, disiplin soruşturmalarını tutsaklara karşı tehdit aracı olarak kullanıyor ve her türlü konuda soruşturma başlatıyorlar. Örneğin tuzu “tanımlanamayan cisim” olarak tanımlayıp el koydular ve üstüne disiplin soruşturması açtılar. Selam vermeye, Kürtçe şarkı söylemeye, idarenin verdiği reçele kadar sayısız ilginç soruşturmalar açıyorlardı. Bununla sınırlı olan haklarımızı daha da sınırlandırmak istiyorlardı. Soruşturmalar hakkında son bir örnek vermek istiyorum. Ben ve koğuş arkadaşlarım Aşık Mahsuni Şerif’in “Yuh yuh” isimli parçasını seslendirdik. Bu şarkıyı slogan olarak değerlendirip bize soruşturma açtılar. Ancak soruşturma sonucunda beraat ettik. Her hafta yapılan rutin koğuş aramaları da büyük bir sorundu. Aramalar, cezaevi idaresi tarafından adeta işkenceye dönüşüyordu. Öyle ki kimi zaman üst aramalarımızı tacizkar bir şekilde yapıyorlardı. Her ne kadar şikayet etsek de cezaevi ve mahkeme ittifakından dolayı sonuç alamıyorduk. Cezaevi idaresi yaşamımızı daraltmayı amaç edinmişti. Bunu kimi zaman söylemlerinde de ifade ediyorlardı. En son koğuşların koridora bakan pencerelerine cam film taktılar. Bu şekilde gardiyanlar istedikleri zaman koğuşumuzu izleyebiliyordu. Yine toplu alanlarımıza kamera yerleştirdiler. İletişim hakkımız da farklı yol ve yöntemlerle engelleniyordu. Sincan’ın sorunlarından biri de müdür ve gardiyanların tarz, üslup ve yaklaşımıydı. Bize sürekli tepkisel yaklaşıyorlardı. Onları çağırıp sorunlarımızı ifade ettiğimizde yüksek sesle ve sert yanıtlar veriyorlardı. Bazen de cevap vermek yerine mazgalı yüzümüze kapatıyorlardı. Bu yaklaşımla diyaloğun önünü alıyorlardı. Bu da psikolojik işkence yöntemlerinden biri.   “2019’da ben de 90 gün açlık grevinde kaldım. Grevdeki duygu ve düşünceler çok farklı. Direnişin içinde olmak farklı duygular yaratıyor. Ancak dışarıdan bakmak çok daha farklı. Bu yaşam hakkıdır ve biz en meşru hakkımızı talep ediyoruz. Zindan direnişine hep birlikte sahip çıkmalıyız.”   * Son olarak cezaevleri şu anda açlık grevinde. Neler söylemek istersin? Dışarısı açlık grevlerine ve süren direnişe nasıl destek olmalı?   Öncelikle cezaevindeki açlık grevlerini selamlıyorum. Orada devam eden yaşam direniş kültürü üzerine inşa edilmiş. O nedenle bizim için büyük bir değer. 2019’da ben de 90 gün açlık grevinde kaldım. Grevdeki duygu ve düşünceler çok farklı. Direnişin içinde olmak farklı duygular yaratıyor. Ancak dışarıdan bakmak çok daha farklı. Çünkü orada kendini vicdanen rahat hissetmiyorsun ve “ne yaparsam az kalır” düşüncesindesin. Orada tutsaklar benim, senin, onun yaşam hakkı için bedenini, yaşamını ortaya koyuyor. Bu büyük bir sorumluluktur. Hiçbir inançta böyle bir şey yok. İnançlarda en önemli şey kul hakkıdır. Başkasının yaşamını almaktır. Eğer o direnişe sahip çıkmazsak inançlara göre kul hakkına girmiş oluyoruz. Tutsaklar orada yaşam hakkını bize armağan ediyor. “Ben senin için yaşamımı ortaya koyuyorum. Dışarıdaki yaşamın güzelleşmesi için ben canımı da verebilirim” diyor. Ama biz dışardakilerin de bunu vicdanen kabul etmemesi gerekiyor. Herkesin açlık grevlerinden çok etkilendiğini ve cezaevlerinin açlık grevine girmelerini istemediklerini görebiliyorum. Vicdanen rahatsız olduklarını da görebiliyorum. Ama bu duygusal durumlar yeterli değil. Fiili olarak hareketlenmeye ihtiyacımız var. Direniş cezaevlerinin üzerinde kalmamalı sadece. Tutsaklar, toplumsal sorunların çözülmesini istiyorlar. Toplumsal sorunlar çözülene kadar açlık grevini devam ettirecekler. Tecridin kalkmasını istiyorlar. Tecridin kaldırılması için de her birimizin yaşam felsefesini öğrenmemiz lazım. Yine direniş kültürüne sahip çıkmamız lazım. Bizi bugüne kadar getiren değerlerimize sahip çıkmamız gerekir. İrademize yönelik saldırılara karşı durmamız gerekiyor. Bu zulme birlikte ses çıkarmalıyız. Zindan direnişine hep birlikte sahip çıkmalıyız.                 Berin Sarı kimdir?   18 Haziran 1996 tarihinde Mêrdîn’in Nisêbîn ilçesinde dünyaya gelen Berin, ilk, orta ve lise öğrenimini Nisêbîn’de tamamladı. Politik bir ailede doğup büyüdü ve genç yaşında siyasi ve toplumsal çalışmalara katıldı. 11 Mayıs 2016’da Bitlis Eren Üniversitesi’nde öğrenciyken tutuklanarak “örgüt üyesi” olduğu iddiasıyla 7 buçuk yıl hapis cezası alan Berin, Bitlis ve Sincan cezaevlerinde kaldı. 8 Kasım 2018’de Kürt siyasetçi Leyla Güven’in başlattığı açlık grevine destek vererek, PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması için 90 gün grevde kaldı. Berin’in 20 Aralık 2021 tarihinde cezasını bitirip tahliye edilmesi gerekirken, İdare ve Gözlem Kurulu kararıyla tahliyesi infazının bitimine kadar engellendi. Berin, 4 Kasım 2023’te infazını bitirerek Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nden tahliye oldu.