Aysun Gezen: Talebimiz sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyada yaşamak 2021-04-28 09:03:05   Öznur Değer   ANKARA - Emekçilerin bir yılda yaşadığı sorunları değerlendiren KESK Eş Genel Başkanı Aysun Gezen, “Maalesef sömürü, şiddet derinleşirken, ülkemiz ve dünyamız savaşlarla gittikçe daha büyük krizlere itilirken, bizler aslında sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyada, şiddetsiz bir ortamda yaşamak ve çalışmak istiyoruz” şeklinde konuştu.   Pandemi ile geçen bir yılda toplumda yaşanan sorunlardan en çok etkilenenler işçiler ve emekçiler oldu. Ucuz iş gücü olarak ve güvencesiz ortamlarda çalışmaya zorlanan emekçiler, bu süreçte aralarında Kod-29 gerekçesiyle işten atmaların da olduğu sayısız hak ihlaline maruz kaldı.   Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) 13 Nisan’da açıkladığı verilere göre ülkede geniş tanımlı işsiz sayısı 10 milyon 20 bin kişi ile yüzde 28,3 oranında. DİSK-AR’ın verileri çerçevesinde son bir yılda işsizlik 3 milyon kişi artarken, kadınlardaki geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 35,6 oldu.   1 Mayıs İşçi Bayramı’na sayılı günler kalırken, 21 Nisan’da Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), DİSK, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ile Türk Tabipleri Birliği (TTB) ortak bir açıklamayla 1 Mayıs programını deklare etti. 1 Mayıs’ı “Kapitalist barbarlığa karşı birlik, mücadele, dayanışma” şiarıyla karşılayacak olan KESK’in Eş Genel Başkanı Aysun Gezen ile bir yılda emekçi kadınların yaşadıklarını konuştuk.   “İşyerlerinde çalışmanın devam ettiği, zorunlu çalışma alanlarının belirlenip geri kalan tüm alanlarda çarkların durulması yerine insanların üretmeye, çalışmaya zorlandığı bir pandemi süreci yaşadık. İktidar çok açık bir şekilde sürü bağışıklığı stratrejisini uyguladı. Pandemiyle mücadele etmek yerine de aslında pandemiye karşı önlem alınmasını isteyenlerle mücadele etmeye işi çevirdi.”   * Son bir yılı pandemi ile geçirdik, pandemi sürecinde emekçiler ne tür zorluklarla karşılaştı?   Özellikle pandeminin resmi olarak ilan edildiği günden itibaren kamu çalışanları alanına baktığımızda, kimi genelgelerle bu sürecin palyatif çözümlerle yani gerçekçi olmayan geçici çözümlerle karşılandığını gördük. Tıpkı tüm toplumda olduğu gibi. Kimi esnek, uzaktan çalışma adı altında genelgeler yayınlansa da bu süreçte gerçekten bu genelgelerin uygulanmasının inisiyatifi kamu mülki, idari amirlerin eline bırakıldığı için, birçok anlamda alınan önlemleri yetersiz bulduğumuz genelgelerin dahi gereğinin yapılmadığını, kronik hastalığı olanların, hamileliği olanların, süt izninde olanların da çalıştırılmaya zorlandığını gördük. Bunu da en çok sağlık alanında hissettik. Sağlık ve sosyal hizmet emekçileri bütün bu genelgelerin dışında tutularak gerçekten çok uzun saatler, 36 saate varan nöbetlerle, doğru düzgün kişisel koruyucu ekipman verilmeden ve maalesef sağlıkta yaşanan dönüşümden sonra sağlığın piyasalaştırılması, sadece parası olanların sağlığa ulaşabilmesi noktasındaki iktidar politikalarından sonra pandeminin bütün yükü, alınmayan önlemlerle birlikte sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin sırtına kaldı. Onların ciddi bir özverisiyle bugünlere gelindi. Dolayısıyla işyerlerinde çalışmanın devam ettiği, zorunlu çalışma alanlarının belirlenip geri kalan tüm alanlarda çarkların durulması yerine insanların üretmeye, çalışmaya zorlandığı bir pandemi süreci yaşadık. İktidar çok açık bir şekilde sürü bağışıklığı stratejisini uyguladı. Pandemiyle mücadele etmek yerine de aslında pandemiye karşı önlem alınmasını isteyenlerle mücadele etmeye işi çevirdi.   Bugün geldiğimiz noktayı hepimiz gördük. Tıklım tıklım yaptıkları kongreler sonrası harita maalesef en yüksek risk rengiyle doldu. Bütün illerde salgın yayılımı arttı. Açılışlar yapıldı, Ayasofya’da gördük. Birileri tarikat liderinin cenazesine katılırken, diğer taraftan 1 Mayıs’ın sokaklarda pandemi önlemleri gözetilerek emekçiler tarafından kutlanması için yapılan açıklamalara polisin ne kadar şiddetle saldırdığını gördük. Dolayısıyla AKP bu dönem ikili bir hukuk işletiyor bu ülkede. Bir kendisi ve kendi yandaşları için her şeyin hak olduğu bir de kendisi dışında kalan tüm kesimler için ciddi bir keyfiyet, hukuksuzluk alanının giderek genişlediği bir süreci yaşıyoruz. Bu süreçte de emekçiler gerçekten gerek yoksullaşarak gerek hastalığa yakalanıp hayatlarını kaybederek gerekse de açlık ve ölüm riski arasında çalışmaya zorlanarak bu süreci maalesef yaşadılar.   “Bayat ekmeğin daha ucuz fiyata satıldığı ve bayat ekmeğin satıldığı bir hale geldik. Patates ve soğanla insanları kandırmaya, göz boyamaya devam ediyorlar. Yoksulluğu yok etmek gibi bir dertleri yok, yoksulluğu yönetilir kılmak gibi bir dertleri var. Tüm bunlara karşı da 1 Mayıs’a giderken mücadelemizi yükseltmek zorundayız.”   * Son günlerin en çok tartışılan konusu haline gelen Kod-29 nedir, bununla ne amaçlanıyor? Kaç emekçi işinden oldu?   Bu verileri daha çok işçi sendikaları tutuyor, bizde doğrudan bir veri yok ama onların paylaştığı veriler var. Örneğin Kod-29 ile son bir yılda pandeminin çok pik yaptığı bu son dönemlerde de dahil olmak üzere yaklaşık 177 bin kişinin işten çıkarıldığını biliyoruz. İşten çıkarma yasağı güya tanımlanmış durumda ama maalesef patronlar bunun arkasından dolanmanın yolunu hukuktaki kimi açıklarla buluyorlar ve bu denetlenip gerekli önlemler alınmıyor. Geçmiş yıllara baktığımızda özellikle ekonomik krizle birlikte Kod-29’un son derece yaygın bir biçimde kullanıldığını da görüyoruz. Ekonomik kriz ve arkasından gelen pandemi aslında patronların bu anlamda bir fırsata çevirdiğini Kod-29 ile işçileri işten çıkardığını görüyoruz. Bu dönemde işsizlik de çok ciddi anlamda arttı. Sadece pandemi sürecinde milyonu aşan iş kaybı var ve geniş tanımlı işsizlik gerçekten 10 milyonu geçmiş durumda. Dolayısıyla baktığınızda aslında Kod-29 ne demek diye, tıpkı kanun hükmünde kararnameler gibi işçilerin ahlaksızlıkla damgalanıp, fişlenip bir daha hiçbir yerde iş bulamamasını beraberinde getirecek, şimdiye kadar kazanılmış haklarını tamamen ellerinden alan, bu hakka el koyan bir yöntem. Bu gerçekten kabul edilebilir değil. İşçi direnişleri var bu konuda gerçekten çok dirençli ve dirayetli bir şekilde süren. Biz de konfederasyon olarak bu direnişlerin yanından yer almak için çaba sarf ediyoruz. Arkadaşlarımızı ziyaret de ettik direniş alanlarında. Bu haksızlık toplumun tamamına, emekçilerin tamamına yapılmış bir haksızlık.   Biz biliyoruz ki AKP iktidarı yüzünü sermayeye, sırtını emekçilere dönmüş durumda. Tüm politikaları da aslında gösteriyor ki, safı sermayenin yanı, safı tarikatların yanı. Buna karşı bizim de emekçiler olarak tabii ki saflarımızı sıklaştırmamız, bu mücadeleyi yükseltmemiz gerekiyor. Bu rakamlar gerçekten çok ciddi bir toplumsal, ekonomik ve siyasal bir krizin de göstergesi aynı zamanda. Düşünün ki kadın işsizliği de yüzde 40’ın üstüne çıkmış durumda. Gerçekten bir avuç elektrik şirketi milyarlarca liralık desteklenirken, o faturaları ödeyecek olan bizler yine cebimizden daha fazla para alınarak, soyularak adeta bütün bedelin sırtımıza yıkılmaya çalışıldığı bir süreci deneyimliyoruz. Beslenme, barınma gibi önemli kalemler aslında bir kimsenin sağlıklı yaşaması için çok kritik şeylerdir. Ve maalesef iktidarın işsizliği artıran politikalarıyla kamu emekçilerine, işçilere sefalet ücretlerine mahkum eden politikalarıyla pandemiye karşı sağlıklı olma hakkını gerçekleştirebileceğimiz bütün maddi olanaklardan halk olarak yoksun bırakılmaya devam ediliyor. Düşünün ki tarihi geçmiş gıdaların satıldığı bir gıda bankasında saatlerce kuyruk oluyor. Bayat ekmeğin daha ucuz fiyata satıldığı ve bayat ekmeğin satıldığı bir hale geldik. Patates ve soğanla insanları kandırmaya, göz boyamaya devam ediyorlar. Yoksulluğu yok etmek gibi bir dertleri yok, yoksulluğu yönetilir kılmak gibi bir dertleri var. Tüm bunlara karşı da 1 Mayıs’a giderken mücadelemizi yükseltmek zorundayız.   “Dolayısıyla her türlü haksız, hukuksuz,  keyfi uygulamada olduğu gibi bu uygulamada da kadınların çok daha olumsuz etkilendiği ve Kod-29’un kadın mücadelesini engellemek için bir silaha dönüştüğünü söylemek de mümkün.”   * Kod-29’un kadınları hedef alan bir yasa olduğu söylenebilir mi?   Tabi ki. Daha çok kadınları etkileyeceği ve kadınları da hedef alacağı çok açık. Çünkü birçok işyerinde şunu çok net görüyoruz; Patronun tacizinin üstünün örtüldüğü, korunduğu, kollandığı ve bu tacize maruz kalan kadınların mücadelesinin engellenmek için de bu kodun seferber edildiği çok açık. Zaten işyerlerinde son derece eşitsiz koşullarla çalışıyor kadın emekçiler. Ücret bakımından da haklar bakımından da. Bir de gerçekten çok ciddi şiddete, her türlü şiddete, sadece cinsel şiddet değil, psikolojik, fiziksel, ekonomik şiddete de maruz kalıyor. İşyerlerinde kadınlara yönelik ayırımcılık ve mobbing çok daha fazla. Bunu hepimiz biliyoruz. Buna karşı sesini çıkartan kadınların da Kod-29’la işinden edildiğini, patronların da bu şekilde korunduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla her türlü haksız, hukuksuz,  keyfi uygulamada olduğu gibi bu uygulamada da kadınların çok daha olumsuz etkilendiği ve sizin de belirttiğiniz gibi kod-29’un kadın mücadelesini engellemek için bir silaha dönüştüğünü söylemek de mümkün.   “Bir kadın emekçinin maruz kaldığı şiddeti, cinsel tacizi açığa çıkarması sonucu işten atılması, çok açık bir şekilde o tacizi gerçekleştiren failin korunması anlamına geliyor. Faili ifşa eden kadınların cezalandırılması çok daha şiddeti tırmandıracak tacizi, mobbingi, ayırımcılığı da tırmandıracaktır.”   * Kod-29 yasası kadına yönelik taciz, tecavüz ve mobbing gibi fiziksel ve psikolojik şiddeti arttırır mı?   Tabi ki. Şunu çok net söylemek mümkün. Bu cezasızlık politikalarının devamında ya da eril yargı pratiklerinde gördüğümüz şiddeti maalesef tırmandıran yöntemlerden çok da farklı değil özünde. Bir kadın emekçinin maruz kaldığı şiddeti, cinsel tacizi açığa çıkarması sonucu işten atılması, çok açık bir şekilde o tacizi gerçekleştiren failin korunması anlamına geliyor. Bu koruma altındaki erkeklerin kadınlara yönelik cinsel şiddetini artırma ihtimali ya da bunu daha pervasızca, cezasız kalacağını bilerek üstelik de bunu açığa çıkaran, ifşa eden kadınların cezalandırılacağını bilerek çok daha cüretkar bir şekilde yapması söz konusu olacaktır. Bu kaçınılmaz olarak bunun bir sonucu olacaktır. Dolayısıyla burada gerçekten kadınların eşit haklara sahip bir şekilde istihdam alanında yer alması için Kod-29’un bu anlamda da ortadan kaldırılması gerekir. Bu cezasızlık ve üstüne üstlük faili ifşa eden kadınların cezalandırılması çok daha şiddeti tırmandıracak tacizi, mobbingi, ayırımcılığı da tırmandıracaktır. Bunu önlemek için de Kod-29’un gerçekten kaldırılması gerekiyor.   “Kadın emekçilerin aslında ‘Kendileri için harcayacak neredeyse bir dakikaları bile yok’ demek abartı olmaz sanıyorum. Kadınların yeniden üretim emeğinin ne kadar hayati, ne kadar yaşamsal olduğunu gösterdi. Fakat bu emeğin değersizleştirilmesi görünmez kılınması sermaye lehine kabul edilebilir değil.”   * Kadın istihdamının düştüğü DİSK-AR verilerine de yansıdı. Bu durumun ucuz iş gücü olarak görülen kadınlara yansıması nasıl oldu?   Kadınların zaten “İş ve aile yaşamlarının uyumlulaştırılması” adı altındaki politikalarla emeğinin sömürülmesi çok daha derinleşmiş durumdaydı. İşyerinde zaten eşitsiz haklarla daha düşük ücretlerle çalışıp bir de eve gelip evde bakım yüklenmek zorunda kalıyorlardı. Yani kadın emekçilerin aslında “Kendileri için harcayacak neredeyse bir dakikaları bile yok” demek abartı olmaz sanıyorum. Bu durumda da işsizlik söz konusu olduğunda kadınların daha fazla işten çıkarılması söz konusu olduğunda, hane içi bakım yüklerinin, engelli, hasta, yaşlı, çocuk bakımı, yemeğin yapılması, temizliğin yapılması, hijyen uygulamaları pandemide çok daha önem kazandığı gibi birçok hane içi yük kadının sırtına daha fazla kalacak. Ve kadın ekonomik bağımsızlığını da kaybettiği için bağımlılığı artacak, derinleşecek. Yani üzerindeki ekonomik şiddet de aslında artacak, derinleşecek. Bu anlamda işsizlikle karşı karşıya kalan kadınların yoksulaşma, gelir kaybı gibi durumlarla başa çıkması için de market, market dolaşıp, pazar pazar dolaşıp daha ucuz ürünler aramak zorunda bırakıldığını ya da artık parayla, ücretiyle alamayacakları hizmetlerin bazılarını evde kendilerinin yapmak zorunda kaldıklarını, reçelinden salçasına birçok temel tüketim malzemesini yapmak gibi ekstra bir emek harcamak zorunda kaldıklarını biliyoruz çalışmalarımızdan ve gündelik deneyimlerimizden. Dolayısıyla bu süreç gerçekten kadına yönelik ekonomik şiddeti de fiziksel ve psikolojik şiddeti de son derece tırmandıracak. Kadını da kamusal alandan, istihdamdan çıkaracak ve AKP’nin de aslında tam makbul kadın diyerek onlara biçmek istediği role onu hapsedecek bir uygulama haline de geliyor. AKP ne istiyor? Kadınlara yönelik söylemlerinde bunları çok net izleyebiliyoruz. “Kadın dediğin, görevi kocasına itaattir, yeri evidir. Kadın evinin süsüdür” gibi ya da işte “Tek yapacağı şey anneliktir” gibi çok söylem geliştirdi AKP iktidarı. Birçok uygulaması da bunu teşvik eder yönde.   Örneğin bakım yükünü evde kendisi yüklenen kadınlara çok cüzi bir miktarlar veriliyor. Aslında konuşmaya değmeyecek rakamlar bunlar kadınların geçimleri açısından. Bunları verip kadınları evde kalmaya ve bakım yükünü ya çok ucuz maliyetle ya da sıfır maliyetle kadınların sırtına yıkmaya çalışan politikaları var. Dolayısıyla işten atmaların en çok kadınları etkilemesi tüm alanlardaki şiddeti attıracak, kadının emeğinin daha da görünmez kılacak daha da değersiz hale getirilmesine ve sömürünün katmerlenmesine neden olacak. Bu anlamda bizim zaten hep taleplerimizde dile getirdiğimiz çok önemli bir şey kadınların güvenceli işlerde istihdamının sağlanması. Gerçekten hayati bir talep ve biz aynı zamanda bu ülkede bütün emekçilerin, bütün halkın alın teriyle, kolektif emeğiyle oluşan bir bütçede kadın bakış açısının, toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısının ana akımlaşması ve kadınların taleplerini karşılayacak etkinliklere yönelik kaynak ayrılması noktasında da mutlaka bir anlayış geliştirilmesi gerektiğini her zaman savunuyoruz. Gerçekten neo-liberal politikalarla birlikte bakım yükü tamamen kadınların sırtına yıkılıp sermaye için maliyetleri sıfırlanıyor. Bu aynı zamanda kadınların hem işgücünü yani emeğini yeniden üretmesi hem nüfusu biyolojik olarak yeniden üretmesi toplumu yeniden üretmesi noktasında çok kritik bir işlev. Pandemi bize bunu gösterdi. Kadınların yeniden üretim emeğinin ne kadar hayati, ne kadar yaşamsal olduğunu gösterdi. Fakat bu emeğin değersizleştirilmesi görünmez kılınması sermaye lehine kabul edilebilir değil.   “Kadın burada yine özne değil. Kadın dernekleri yine özne değil. Kadının bağımsız bir özne olarak varoluşunu yok sayan uygulamalar bu anlamda devam ediyor. Derinleşeceği de çok açık. Şiddet uygulama özgürlüğü adı altında, özgürlüğe kavuştuğunu söyleyen erkeklerle doldu sosyal medya.”   * İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin ardından kadınlar ne tür sorunlarla karşılaştı? Bundan sonra kadınları ne tür tehlikeler bekliyor?   İstanbul Sözleşmesi’nin feshi ile birlikte, yok hükmünde olduğunu ayrıca tartışmaya gerek yok, sağladığı haklardan bir geriye gidiş olduğu çok açık. Örneğin artık kadının beyanını esas alarak soruşturma başlatmak yerine delil istenmeye başlanması ve bunun belgelenmek istenmeye başlanması, bunun yanı sıra tedbir kararının verilmemeye başlanması gibi birçok durum, yani İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerinin uygulanmaması noktasında birçok ciddi şiddet olayları ve maalesef ölüme varan durumlarla karşı karşıyayız. Her ne kadar emniyet geçen günlerde “İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sonrası kadınların ölümleri azaldı” gibi bir paylaşım yapsa da düşünün bir ayda 25 kadın öldürülüyor ve bu sayıyla övünen, güvenlik sağlamakla yükümlü teşkilat var. Gerçekten İstanbul Sözleşmesi’nin feshi bu anlamda çok daha derin sorunlara yol açacak. Bakın, Meclis’te kurulan komisyona katılan isimlerin önerdiği şeyler neler? İşte diyanet işlerinin, din hizmetlerinin, müdürlüğünün bu sürece dahil olması, ilahiyatçıların bu sürece dahil olması, onlar tarafından fikri geliştirilecek tartışmalar, önlemler… Kadın burada yine özne değil. Kadın dernekleri yine özne değil. Kadının bağımsız bir özne olarak varoluşunu yok sayan uygulamalar bu anlamda devam ediyor. Derinleşeceği de çok açık. Aslında İstanbul Sözleşmesi’nin devleti yükümlü kıldığı şeyleri yapmak yerine, daha dinsel politikalarla kadını aileye, kamusal alandan çekip eve kapatmaya zemin olan politikalarla sorun çözülemez. Çünkü zaten bu politikalar daha en başından bu soruna yol açan nedenlerden bir tanesi. Geldiğimiz noktada kadına yönelik her tür şiddetin çok daha fazla artacağı ve şiddet faillerinin korkusuzca, cezalandırılma korkusu olmadan bu fiilleri işlemeye devam edeceği çok açık. Sözleşmenin feshinden sonra kamuoyuna da yansıdı.   Şiddet uygulama özgürlüğü adı altında, özgürlüğe kavuştuğunu söyleyen erkeklerle doldu sosyal medya. Tabi ki bu bir özgürlük değil. Onların kullandığı tabirle kullandım ben bunu. Şiddet uygulamayı hak olarak gören ve bu hak kendilerinden alınmasın diye bayram eden adeta bir kitle var. Kadınları meta olarak görüp, kendilerine ait bir mal olarak görüp, onlara ait her şeyi yapabileceklerini düşünen erkekler söz konusu. Burada da İstanbul Sözleşmesi kadına ve LGBT+’ları bağımsız varoluşlarıyla kabul edip cinsel yönelim, cinsiyet farklılığı nedeniyle karşı karşıya kalınan her türlü ayırımcılığı önlemekle devlet yükümlü kıldığı için buna karşı çıkıyorlar. Hatta LGBT+’lara yönelik şiddete ilişkin İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan hükümlere ilişkin Memur-Sen’in de bir açıklaması oldu. Adeta onların başına getirilecek her türlü fiile, şiddete meşru gözüyle bakıyor bu konfederasyonun yönetimi. Dolayısıyla hem aile dedikleri şeyin bu güne kadar yemek kötü olmuş diye karısını öldüren erkeklerin, ailelerin olduğunu biliyoruz. Ya da kadına evlilik içinde bile olsa istemediği bir cinsel ilişkiye mecbur bırakmaya çalışan evlilik içi tecavüzlerin çok yaygın olduğu bir aile olduğunu biliyoruz. Bunların tamamının değişmesi, bu ilişkilerin eşitlik zemininde kadınların toplumsal cinsiyet eşitliğinin de sağlandığı bir zeminde yeniden kurulması için önümüzde zorlu bir mücadele var. İstanbul Sözleşmesi’nin feshini zaten tanımıyoruz. Bu sözleşme hala yürürlükte ve bundan sonrası için de İstanbul Sözleşmesi’nin yükümlülüklerinin uygulanması için devlet tarafından, biz mücadelemize devam edeceğiz. Gerçekten kadınların hayatta kalması ve bir yaşamı eşit haklarla sürdürmesi açısından İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan hükümler ve yükümlülükler çok hayati öneme sahip. Bunlardan vazgeçmemiz de mümkün değil.   “AKP iktidarı kamusal hizmet üretme noktasında hala herhangi bir adım atmayacak, bu konuda sermayedarları korumaya, kollamaya kendisi ve sermayedarlar için bu maliyeti ortadan kaldırıp kadının sırtına yıkmaya devam edecek. Bu koşullar altında kadınların sendikal mücadeleye katılımı, onun aktif bir öznesi olması için de bize düşen sorumlulukları tartışıp yerine getirmek noktasında da bir çabamız mutlaka olacak.”   * Bunca sorunun yaşandığı bir yılda sendikal faaliyetleriniz nasıl ilerledi? Kadınlara temas etme noktasında nasıl ilerlediniz bunun yansımalarını görebildiniz mi?   Sendika faaliyetlerimiz maalesef yüz yüze çalışma ve yüz yüze bir araya gelme imkanı olmadığından dolayı, kısıtlı olduğundan bir sağlık riski de açığa çıkartıyor. Daha çok dijital platformlarda devam etti uzun bir süre. Fakat işyeri çalışmalarımız devam ediyor. Aynı zamanda sorun yaşadığımız tüm kamu kurumlarında özellikle sağlık alanında, PTT’de daha sonra ulaşım alanında birçok arkadaşımız hala sendikal faaliyetleri ve eylem etkinlikleri sürdürüyor hak taleplerimiz açısından. Bu dönem biz kadın emekçilere ulaşabilmek, esnek güvencesiz çalışma biçimlerinin onları nasıl etkilediğini açığa çıkarmak açısından bir anket uyguladık. Bununla ilgili çalışmalarımız sürüyor. Sonucunu, açığa çıktığında kamuoyuyla da paylaşacağız. Bu gibi yöntemlerle bu sorunları yaşayan emekçilerin kendilerini ifade etmesi yöntemiyle de yaşadığımız sorunları açığa çıkarıp bunlarla mücadele etmenin olanaklarını birlikte konuşmak, birlikte tartışmak yönünde bir çalışma izlemek için yoğun bir çaba sarf ediyoruz.  Kadın emekçilere bu anlamda ulaşabiliyoruz.   Bakım yükü, aynı zamanda çalışma alanlarında mesleğin getirdiği yükler ve sendikal faaliyetlerin yoğun bir baskı altında sürdürülmesi yükü, tüm bunlar bir araya geldiğinde maalesef kadınların sendikal mücadeleye katılımında da ciddi bir olumsuz etki söz konusu oluyor. Dolayısıyla biz aynı zamanda kendi aramızda bunu da tartışıyoruz. Konfederasyon olarak kendi iç işleyişimizde kadınların bakım yükünü, eşit paylaştıracak ve onların sırtından alacak nasıl yöntemler geliştirilebilir diye tartışıyoruz. Bu da gerçekten çok önemli kadınların sendikal mücadeleye katılımı açısından. Çünkü açıktır ki, AKP iktidarı kamusal hizmet üretme noktasında hala herhangi bir adım atmayacak, bu konuda sermayedarları korumaya, kollamaya kendisi ve sermayedarlar için bu maliyeti ortadan kaldırıp kadının sırtına yıkmaya devam edecek. Bu koşullar altında kadınların sendikal mücadeleye katılımı, onun aktif bir öznesi olması için de bize düşen sorumlulukları tartışıp yerine getirmek noktasında da bir çabamız mutlaka olacak. Bunun yanı sıra gerçekten özellikle uzaktan eğitimin hayata geçirilmesiyle birlikte evde kalmak zorunda kalan, evden işlerini yürütmek zorunda kalan emekçiler, eğitim emekçileri özelinde yaşanan sorunlar aslında genel olarak kadınların çoğunun benzer bu mesai saatlerinin sınırsızlaşması, tüm günü kapsaması, derslere hazırlık için kullanılacak materyal gibi birçok şeyin doğrudan çalışanlar tarafından temin edilmek zorunda kalması, kişisel koruyucu ekipmanların yine çalışanlar tarafından temin edilmek zorunda kalması gibi şeyler enflasyon karşısında ve yandaş sendikaların imzaladığı toplu iş sözleşmelerinde yaşanan kayıplar nedeniyle iyice yoksullaşan kamu emekçilerinin ücretlerinin daha fazla etmesine, bu tip harcamaları kendi ceplerinden yapmalarına neden oluyor.   Eşitlik için Kadın Platformu’nda (EŞİK) bir bileşen olarak yer alıp tüm illerde kadın örgütleriyle birlikte faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Tüm çalışmalarımızda mutlaka toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını oluşturmak için kadınların ayrı tartışma imkanını yaratacak meclis faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Kadınların kendileriyle ilgili politikalarda özne olması, buradaki sorunları açığa çıkarıp bu sorunlara mücadele yöntemlerini doğrudan bizzat kendisinin belirlemesi için meclis faaliyetlerimizi hayata geçirmek için çaba harcıyoruz. Bu dönem sendikal faaliyetlerimiz daha çok dijital platformlara taşınmış olsa da toplantılar, sempozyumlar, seminerler bir farkındalık yaratmayı amaçlayan daha eğitici çalışmalar gibi önümüzdeki süreçte pandeminin seyrine bağlı olarak tabi ki yüz yüze çalışma imkanını biraz daha artırmayı da umuyoruz.      “Yeni bir toplumsal düzene ihtiyaç olduğu çok açık. Biz herkese güvenceli iş, güvenli bir gelecek kurulmasını istiyoruz. Tüm emekçilerin insanca yaşanacak bir ücret seviyesine çıkarılmasını istiyoruz.”   * 1 Mayıs haftasına girmiş bulunmaktayız 1 Mayıs'ı hangi taleplerle karşılayacaksınız?   Biz 1 Mayıs’ta “Kapitalist barbarlığa karşı birlik, mücadele, dayanışma” şiarıyla faaliyetlerimizi yürütüyoruz ve aynı zamanda DİSK, KESK, TMMOB ve TTB olarak “Sağlıklı bir yaşam iş güvencesi” talebimiz var. Aşı gerçekten bu dönemde pandemi ile mücadelede çok önemli bir alan olarak herkese eşit bir şekilde ulaştırılması gereken bir sağlık hizmeti. Bu anlamda da öne çıkmış bir talebimiz var. Aslında bu dönem pandeminin gösterdiği gibi neo-liberal kapitalizmin emekçilere, halklara verebileceği hiçbir şey kalmadı. Doğanın yok edilmesinden ekolojik yıkıma, emeğin sömürülmesinden kadına yönelik her türlü şiddetin artmasına kadar tüm bu sorunların altında aslında bu üretim biçimi var. Bu üretim biçiminin oluşturduğu toplumsal ilişkiler var. Aşırı bireycileşme, rekabet var. Tüm bunlara karşı yeni bir toplumsal düzene ihtiyaç olduğu çok açık. Bizim temel taleplerimiz tüm bu sorun tespitinin altında yatıyor. Biz herkese güvenceli iş, güvenli bir gelecek kurulmasını istiyoruz. Tüm emekçilerin insanca yaşanacak bir ücret seviyesine çıkarılmasını istiyoruz. Aşının tüm halka eşit bir şekilde ulaştırılması, aşıda patentin kaldırılması, herkes tarafından ulaşılabilir eğitim, sağlık başta olmak üzere kamusal hizmetlerin sağlanması gerektiğini düşünüyoruz. Kadınlar açısından taleplerimizi söylemiştim ama tekrar etmekte fayda var. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın etkin uygulanması, kadınlar için sürekli güvenceli işlerde istihdamın sağlanması, bütçe başta olmak üzere bu ülkenin harcamalarının toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle yeniden düzenlenmesi gerektiğini, bütçede toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana akımlaşması gerektiğini savunuyoruz. Toplu iş sözleşmesi süreçlerinde kadın emekçilerin de taleplerinin ayrıca takip edilmesi, hayata geçirilmesi noktasında taleplerimiz var. Aslında tüm bu talepler konfederasyonumuzun geçmişten bu güne getirdiği mücadelenin sonucu, birikimi olarak ortada duruyor. Maalesef sömürü, şiddet derinleşirken, ülkemiz ve dünyamız savaşlarla gittikçe daha büyük krizlere itilirken, bizler aslında sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyada, şiddetsiz bir ortamda yaşamak ve çalışmak istiyoruz. En temel talebimiz de belki de bu denebilir. İnsan onuruna yakışır bir iş, ücret ve yaşam koşulları diye özetleyebilirim.